‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, İngiliz Marksist sosyolog Stuart Hall'un Birmingham ekolünün kurucularından olduğunu belirtiyor.
İngiliz Marksist sosyolog, kültür kuramcısı ve eleştirmeni Stuart Hall, Raymond Williams ve Richard Hogart ile birlikte Britanya’da kültür çalışmalarının, bu çalışmaların ana okulu Birmingham ekolünün kurucu babalarından biri kabul ediliyor. Kültürel Marksizm olarak nitelenen eğilimin doğuşunda merkezi rol oynamıştı. Hall üniversitede dersler vermekle yetinmedi, yazıları sadece akademik çevrelerde, sol entelektüel ortamlarda ilgi görmekle, tartışılmakla kalmadı; önde gelen bir kamu entelektüeli olarak da sesini ve etkisini duyurdu.
Aslında geleneksel akademik kurumların dışında çalıştı, 1979’da sıra dışı bir eğitim kurumu olan 'duvarları olmayan akademi' sözüyle tanımlanan Açık Üniversite’de sosyoloji profesörü olarak dersler vermeye başladı ve derslerini ölümüne kadar sürdürdü. Kolektif yaratıcılığı ve çalışmayı önemsiyor, öğrencileriyle ortak projeler yürütüyordu. Televizyon ve radyodaki eğitim programlarıyla düşüncelerini geniş kitleye duyurdu. Hall 1932’de Kingston, Jamaika’da doğdu. Sömürge ortamındaki çocukluk ve ilk gençlik deneyimleri daha sonra düşüncelerinde belirleyici ve biçimlendirici rol oynadı, özelikle de kimlik politikaları konusunda.1952’de kazandığı bir bursla Oxford Üniversitesi’ne gitti. Sovyet deneyiminin yarattığı hayal kırıklığı, Stalinizm, 1956’da Macaristan’da dipten gelen demokrasi talebinin şiddetle ezilmesi, bütün bu gelişmelere geleneksel solun tepkisizliği yeni bir arayış yarattı. Bu arayışın sonucu olan Yeni Sol tam da Hall’ın oradaki öğrencili yıllarında Oxford’da doğdu. Yeni Sol’un temsilcilerinden biri oldu. Yeni Sol’un platformu NLR (New Left Review) dergisinin editörlüğünü yaptı.
1960’larda aynı zamanda kültürel çalışmalar adı verilen yeni bir akademik alan, yeni bir disiplin doğdu. Kültürel çalışmaların ortaya çıkışı ve gelişmesi Yeni Sol’un İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz toplumunda meydana gelen ve sınıf yapılarını, sınıf davranışlarını etkileyen değişimi açıklama girişimiyle yakından ilgiliydi. Hall bu yeni alanın kurucularından biriydi; 1980’lere gelindiğinde bu alanın en etkili ve en üretken temsilcisiydi. 1964 yılında Richard Hoggart tarafından Birmingham Üniversitesi’nde kurulan Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’nin yöneticiliğini Hall’ın üstenmesinden sonra Yeni Sol ile kültürel çalışmalar arasında bağ daha da kuvvetlendi ve belirgin bir hale geldi. Hall’a göre kültür güç ilişkilerinin, hegemonya ve karşı-hegemonya mücadelesinin alanıydı. O, kültür alanındaki mücadeleye öncelik tanımakla Ortodoks Marksist anlayışın ekonomik belirlenimciliğine karşı çıkıyor, kültürü toplumun kurucu boyutu olarak görüyor, kültürü siyasetin merkezine koyuyordu.
Britanya’daki kültürel çalışmalardan önce Frankfurt Okulu kültür sorunu üzerinde yoğunlaşmış, ikinci büyük ertesinde kültür alandaki değişimleri, popüler kültürün toplumun her kesimindeki etkisini çözümlemeye çalışmıştı. Ancak onların popüler kültüre yaklaşımı çok farklıydı. Özellikle Adorno 'kültür endüstrisi' kavramını temelinde popüler kültürün kapitalist sistemi meşrulaştırma işlevini gördüğünü, standartlaştırıcı ve olumlayıcı olduğunu, sonuçta tahakküm aracı rolü oynadığını vurgulamıştı. Adorno’ya göre pazarda satın alınabilen bu kültür modern kapitalist toplumun insanlarını birer tüketici seviyesine indirgiyor, sahte bir eşitlik duygusu yaratıyor, onların eleştirel bilinçli özneler olmalarını önlüyordu.
Daha önce akademik ve entelektüel çevrelerde küçümsenen popüler kültürün ciddiye alınmasında, hatta akademik bir araştırma konusu olarak kabul görmesinde Hall’ın büyük payı var. O popüler ve yüksek kültürler arasındaki ayrımı sorguladı ve sarstı
Savaş sonrası İngiltere’de 1950’lerde refah devletini inşa eden politikaların uygulanmasıyla meydana gelen değişiklikler, ekonomik ve kültürel dönüşümler, ekonominin canlanması, sinemanın radyonun yazılı medyanın hızla gelişmesi popüler kültürün yayılmasını sağladı. Ekonomik koşulları savaş öncesine kıyasla görece düzelen çalışan sınıflar da popüler kültürü satın alabiliyor, bu kültüre kolay erişebiliyorlardı. Geleneksel sol sosyalist bir düzen yaratmasını beklediği işçi sınıfının popüler kültürün tüketicilerine dönüşmesini anlayamamıştı.
Hall 1958’de NFL’de yayımlanan 'Sınıfsızlık Duygusu' başlıklı yazısında İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde yürürlüğe konulan Keynesyen politikalarla inşa edilen refah devletinin Britanya toplumunda işçi sınıfı da dahil bütün sınıfları kapsayan köklü bir değişim yarattığını, toplumun bütün kesimlerinde değişen oranlarda refah düzeyini arttırdığını belirtiyor ve değişimin en çarpıcı biçimde kültür alanına yansıdığını ileri sürüyordu. Hall’a göre bu kültürel dönüşüm işçi sınıfında 'sınıfsızlık duygusu' yaratmıştı. Bir başka ifadeyle, savaş sonrasında metalara erişebilmesi, tüketim yapabilmesi işçi sınıfında sınıf bilincinin silinmesine yol açmıştı. Refah devletinin işçi sınıfı üzerindeki ideolojik etkisi buydu. Hall bir defasında işçi sınıfına devrim çağrısı yapacak geleneksel bir Marksist olmadığını söylemişti. Haklıydı, çünkü gerçekten böyle bir çağrının muhatabı kalmamıştı. Sanayi kapitalizminin yükselişi, seri üretimin gelişmesi, Adorno’nun deyişiyle 'kültür endüstrisi'ni doğurdu. Sonuçta sanat galerilerinin, müzelerin kapılarından içeriye giremeyen popüler kültür ortaya çıktı.
Popüler kültürün salt kültüre endüstrinin ürünü olduğu gerekçesiyle bütünüyle dışlanması doğru bir tutum değil. Bu kültür karşı-hegemonya mücadelesinde başvurulabilecek direnişçi öğeler de barındırıyor. Dahası popüler kültür kimi kez kendi sınırlarını aşarak avangard ile temas ediyor, onunla kaynaşıyor. Bu konuda hemen akla gelen örnek İmam Amiri Baraka’nın (LeRoi Jones’un) cazın bazı türlerine ilişkin tespitleri. Baraka özellikle bebop ve onu izleyen akımların Avrupa’da Schönberg’in açtığı yolu izleyen öncü müzikle yakın ilişkisine dikkat çekmişti. Aslında popüler kültür bütünüyle kültür endüstrisi tarafından imal edilen ve işçi sınıfı da dâhil kitleye satılan ürünlerden ibaret değil. Adorno’nun ileri sürdüğünün aksine popüler kültürde otantik bir boyut mevcut. Örneğin, doğaçlama cazın stüdyoda kayda alınması, plak şirketlerince paketlenip satışa sunulması bu müziğin sahiciliğini, siyah hayatların içinde doğmuş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Benzer sözleri Bob Marley’in reggae ve Lee “Scratch” Perry’nin dub-remiks müzikleri için de söylemek pekâlâ mümkün. Bu müzikler en ticari hallerinde dahi bir zamanların sömürgeleştirilmiş toplumunun otantik kültürüyle ve postkolonyalizmle bağlarını koruyorlar. Popüler kültürün barındırdığı otantik ve direnişçi unsurlar çalışan sınıfların, madunların gündelik hayatta sürdürdükleri mücadele içinde ortaya çıkıyor.
Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde ileri sürdüğü tezler, sunduğu kavramlar, teorik araçlar, kültürel alanın ve formların karmaşıklığına yaptığı vurgu Birmingham ekolü kültür eleştirmen ve teorisyenleri, en başta da Hall üzerinde yoğun etkide bulundu, onlara analizlerini sağlam temeller üzerine oturtma imkânı verdi. Gramsci’ye duyulan ilgi bütün toplumsal gelişmeleri maddi üretim güçlerine, bu güçlerinin gelişme düzeyine bağlayan, üst yapıyı üretim ilişkilerinin basit bir yansıması olarak gören ekonomik belirlenimciliğe, bu anlayışı savunan ve Stalinizmde açık ifadesini bulan kaba Marksizme de bir tepkiydi.
Hall 1980’lerde Thatcher İngilteresi’nin kararlı ve ödünsüz bir eleştirmeni olarak öne çıktı. Thatcherizm terimini de ilk kez o kullandı. Aslında 1980’lerde CPGB’NIN (Büyük Britanya Komünist Partisi’nin) teorik yayın organı Marxism Today dergisi’nde Yeni Zamanlar başlığı altında hem Thacther’ın temsil ettiği “otoriter popülizm”in başarısının hem İşçi Partisi’nin ve onun dışındaki solun muhafazakâr hegemonya karşısındaki ağır yenilgisinin, alternatif yaratamamasının nedenleri açıklanmaya çalışılıyordu. Bu çevrenin en önemli entelektüeli ve sözcüsü olarak Hall kapitalizmin yeni ve bambaşka bir evreye girdiğini, solun öncelikle bu değişimi kavraması gerektiğini vurguluyor, 1979’daki genel seçim zaferinden sonra Muhafazakâr Parti içinde Thatcher’ın temsil ettiği ve bu partinin geleneksel politikalarından daha sağda bir anlayışın partinin içinde egemen hale geldiğini ileri sürüyordu. Hall’a göre Thatcher alışılmış bir muhafazakâr değildi; gelip geçici bir Tory hükümetinin başbakanı olarak görülmemeliydi. Refah devletinin işçi sınıfına getirdiği bütün kazanımları geri almış, İşçi Paris buna ideolojik tepki verememişti. Sonuçta sosyal demokrasiyi ezmiş, sosyal demokrasiye boyun eğdirmişti.
Ancak daha o tarihte İşçi Partisi içinde Thacher’ın temalarını kendi politika ve söylemlerine eklemenin çözüm olacağını savunan bir eğilim mevcuttu. Neoliberalizm karşısında sosyal demokrasinin yenilgisini kabullenen bu eğilim zamanla ağır bastı ve yeni İşçi Partisi’ni biçimlendirdi. Hall, yeni İşçi Partisi’nin esas olarak neoliberal politikaları benimsediğini, bu politikaları Thacher’ın bıraktığı yerden sürdürdüğünü ileri sürüyordu. Tony Blair 1997’deki genel seçimleri kazanarak Muhafazakâr Parti’nin on sekiz yıllık yönetimine son verdiğinde Thacher’ın politikalarına karşı alternatif oluşturma şansını yakalamıştı, ama o bunu yapmadı. Sosyal demokrasiyi canlandırmak yerine neoliberalizmin içinde boğdu.
Kaynaklar:
Ertuğrul, Gökçen (2022) Kültürel Teori ve Politika, NotaBene
Morley D. And Kuan-Hsing, C, ed. (1996) Stuart Hall: Critical Dialogues in Cultural Studies, Routledge
Procter, James (2004), Stuart Hall, Routledge
Subaşı, Selda Tunç (2018), 'Stuart Hall ve Gramsci Etkisi', Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 25