İzmir’deki trajik olayda ilgili kamu kurum temsilcileri, kendileri dışında “suçlu” aradı önce “anne-baba” hedef gösterildi sonra o evi ziyaret eden “meslek elemanı” açığa alındı ama sistemin kendisi ve bu olaydaki ihmali yine görmezden gelindi.
HACER FOGGO
İzmir’de bir barakada anneleri hurda toplarken çıkan yangında beş kardeşin trajik ölümü yoksulluğun sadece, yiyecek, giyecek ve barınma gibi temel ihtiyaçlara erişememe hali değil yoksulluğun önlemi için “politikalara” ve “siyasetçilere” de erişememe halini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu trajik olayda da ilgili kamu kurum temsilcileri, kendileri dışında “suçlu” aradı önce “anne-baba” hedef gösterildi sonra o evi ziyaret eden “meslek elemanı” açığa alındı ama sistemin kendisi ve bu olaydaki ihmali yine görmezden gelindi.
İzmir’deki ailenin yaşadığı çoklu yoksulluk hali, yoksulluğun kalıcı ve yapısal bir problem olduğunu yeniden gözler önüne serdi.
Geçinmek için çırpınanların artık yoksullukla başa çıkamama halini, hergün verdikleri mücadele, yalnızlaşma, hayatla baş etme yöntemleri ve sonunda tükenişlerini gören bir sisteme bir sosyal politikaya ihtiyacımız var. Çünkü yoksulluk derinleştikçe, zihinsel ve fiziksel olarak yaşanan tükenmişlik o evleri ziyaret eden kamu kurumlarının “sorusu” ya da sorumluluğu olmadı.
Çünkü yoksulların tükenmişliği, hem kamu gözünde, hem güçlülerin/zenginlerin ve dolayısıyla neoliberal düzen temsilcileri için “tembellik” olarak algılanır, ucuz işgücüne karşı çıkma hali “iş veriyoruz beğenmiyorlar” sözüne dönüşür, sonra etiketleme, aşağılama ve damgalama ile devam ederler. Oysa “sosyal devlet”, sistem tarafından korunmasız, güvencesiz ve aç bırakılan insanlara ekonomik olarak koruma sağlamak zorundadır. Fakat uygulamada sistemin insanlara sunduğu en temel şey “sosyal yardım”, “sosyal dışlanma” ve “aşağılanma”, “ucuz işgücü” ve nihayetinde yoksulluğun çoğalması ve devredilmesi. Öncelikle yoksulluğun ve eşitsizliğin gittikçe derinleştiği bugünlerde onurlu bir yaşamın sağlanması için, kamu kurumlarının yeniden yapılanması ve geliştirilecek politikalarla yoksulluğun görünmeyen, görmezden gelinen boyutlarınında dahil olduğu insan hakları temelli bütüncül politikalara ihtiyaç var. Yoksulluğu devam ettiren yapısal problemleri ortadan kaldırmak, aynı zamanda yoksulluk içinde yaşayanların erişemedikleri temel haklara sahip olacakları gerçeğini, “hayırseverlikten” ve “yardıma muhtaç” bırakılmaktan öte yoksullukla mücadelenin yasal bir dayanak, hak ve kurumsal araçlarla ele alınması zorunluluk haline getirilmeli. Çünkü yoksulluk “kader” değil insan yapımı “politik” bir sorun.
Temel haklara erişememe yani “hak” yoksunluğu da bir yoksulluk halidir, eğitime erişememe, yetersiz istihdam olanakları ve sosyal hizmetlere erişememe, birçok insanı itibarlarından ve kendilerine bakma yeteneğinden mahrum etmektedir. Yoksulluk sürdükçe kaygı, stres artar bu da insan sağlığını olumsuz etkiler. Yoksulluk tüm bu faktörlerle ele alınmalı, yoksulluk içinde yaşayanların fiziken ve ruhsal olarak sağlıklı bir biçimde hayatta kalma sınırında temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri ve güvenlik içinde yaşamalarını sağlamaları için ihtiyaç duyulan sosyal politika mekanizmalarının yaratılması zorunludur.
Sosyal refah politikaları ve programları, insanların işsizlik, iş göremezlik, hastalık, annelik, çocuk yetiştirme, dulluk, sakatlık, yaşlanma ve yaşlılık dönemlerinde yeterli ve güvenceli dolayısıyla da dayanıklı ekonomik ve sosyal korumaya sahip olmalarını sağlayan temel politika araçlarıdır. Bireysel ve kurumsal kapasitelerin güçlenmesi ve geliştirmesiyle birleştirildiğinde, insanlar yoksunluk ve yoksulluk tuzağından kurtulabilir.
Türkiye’nin de parçası olduğu Avrupa Konseyi Avrupa Sosyal Şartı’nın 30.Maddesinde “yoksulluktan korunma hakkı”nı, BM Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi 12. maddesi ve BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 26 ve 27 maddeleri “beslenme, giyim ve konut dahil, yeterli bir yaşam düzeyi ve yaşama koşullarını sürekli olarak geliştirme hakkı”nı temel haklar arasında, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. Maddesi ile tanımlanan usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Anlaşmalar kanun hükmündedir. Dolayısıyla Anayasa ile güvence altına alınan uluslararası sözleşmelerin yükümlülükleri çerçevesinde yoksulluğu eğitimden sağlığa birçok insan haklarının ihlaline neden olan bir siyasi ve sosyo-ekonomik sorun olarak görülmelidir.
Bu nedenle yoksulluğu çoğaltan“değil yoksulluğu önlemek için yoksulluk içinde yaşayan her bireyin kendi kendine yeterliliğine yönelik fiziksel sosyal, duygusal engelleri de ortadan kaldırmak için adımlar atılmalı. Yani sadece yoksulluğu koliye, erzağa gıda kartına bağlamak değil bireyde/ailede yeniden inşa, yeniden başlayabilme gücünü ortaya çıkarmak. Çünkü yoksulluğun birbirine bağlı nedenleri ve her bir bireyin ailenin birbirine benzersiz ihtiyaçları var. Oysa ülkemizde sadece gelir ölçülüyor ve ona göre bir destek veriliyor, uzun erimli bir birey/aile yönetimine ihtiyaç var. Bu nedenle insan haklarını gözeten bütünsel bir yaklaşıma yani her adımda çocuğun, kadının, yaşlının vb. yanında olduğunu hissettirmek erişilebilir olmak, harekete geçebilecek gücü hissettirmek, çocukların hayatında fark yaratmak, örneğin çocuğun “suça itilmesini” önlemek, “eğitimde tutmak” böylece kuşaklararası yoksulluk riskini azaltmak.
Yoksulluk içinde büyüyen çocuklarla ilgili yapılan araştırma ve elde edilen kanıtlara göre çocuklar yetişkin olduklarında da gıdaya, sağlığa, eğitime, istihdama, barınmaya ulaşmakta zorluk çekerler. Çünkü, çocuk, yoksulluk içinde yaşayan bir ailede doğmuşsa, aynı anda birden fazla yoksulluğa ve yoksunluğa maruz kalabilir. Örneğin, yetersiz beslenen bir çocukta gelişim bozukluğu ve öğrenme güçlüğü ortaya çıkabilir; kaliteli eğitime erişme güçlüğü çekebilir, yetişkin olduğunda da benzer şekilde düşük kalitede bir işte daha ucuza çalışabilir. Çocuk işçilik oranının son bir yılda dört puan artarak yüzde 22.1 olduğu sadece bir öğretim yılında 612 binden fazla öğrencinin ekonomik nedenlerle okul dışında kaldığı bir dönemde “suçlu” aramak yerine çürüyen bu sistemde, çocuğun bakımı ve gözetilme sorumluluğunun öncelikle sosyal devlete ait bir kamu görevi olduğu bilinci ile çocuğun yüksek yararı her zaman öncelikli olmalı.