Ortadoğu uzmanı Bülent Şahin Erdeğer "Saldırıların sadece Nasrallah'ın değil tüm Hizbullah'ın yok edilmesini amaçlayan geniş kapsamlı hedefi, Ortadoğu'daki dengelerin yeniden dizayn edilmesi ile sonuçlanacak" değerlendirmesinde bulunuyor.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri anlamak için yola çıktığımızda üç bölgesel güç odağının oluştuğuna şahit oluyoruz. Kabaca tarif etmek gerekirse; Türkiye’nin oluşturmaya çalıştığı etki alanı ile İran’ın geliştirdiği “Direniş Cephesi” ve Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin ittifakı karşımıza çıkıyor. Öte yandan Körfez’de KİK üyesi Katar ve Umman’ın Türkiye ve İran’la da ilişkiler geliştirerek kendilerini dengeleyici unsur olarak konumlandırdıklarını söylemekte fayda var.
İsrail ise 7 Ekim saldırılarına dek bu üç güç alanının tam ortasında kendisine alan açmak için Türkiye ve Körfez ülkeleriyle normalleşme stratejisi güdüyordu. İsrail ayrıca 7 Ekim’e kadar kendi içerisinde hem ordu-siyaset gerilimi hem aşırı sağ-merkez gerilimi ile uğraşıyordu. Ayrıca İsrail yönetiminin, 2 milyonu aşan Arap vatandaşlarına uyguladığı ayrımcı politikalar sebebiyle de sosyolojik patlamalarla başı dertte.
7 Ekim saldırılarının yarattığı şokun ardından Gazze halkının tümünden toptan intikam almak için harekete geçen İsrail yönetimi, 7 Ekim’i fırsata çevirmek için şiddetin dozunu her geçen gün arttırdı.
7 Ekim öncesi hazırlanan ancak gerekçe bekleyen Gazze planına göre 2005’te Oslo Barışı’nın sonucu olarak Gazze’yi terk eden paramiliter Siyonist yerleşimcilerin geri dönüşü, Gazze’nin üç ya da dörde bölünmesi, Hamas’ın ve tabanının Gazze’den Mısır’a sürülmesi hedefler arasındaydı. Ancak 7 Ekim’in birinci yıldönümüne geldiğimizde bu hedeflerden bazılarına ulaşıldığını (toprak kazanımı/işgal ve bölme), bazılarına yaklaşıldığını (yerleşimcilerin dönüşü) ancak Mısır’a sürgün ve Hamas’ın tasfiyesi hedeflerine ulaşamadığına şahit oluyoruz.
SINIT ÖTESİ SALDIRI VE SUİKASTLAR
Netanyahu iktidarının saldırılarını soykırım düzeyine vardırmasının kendisine olumsuz etkisi ise uluslararası planda zaten sorunlu olan itibarını çok daha kötü bir duruma düşürmesi oldu. Bir kere suça bulaşanın gittikçe batması ve suç üstüne suç işleyerek durmaması durumu da denebilir buna. İsrail’in devlet terörüne gittikçe daha da saplanması sebebiyle savaşı Lübnan’a yayması ile yeni bir aşamaya geçilmiş oldu. Beyrut’ta Hizbullah’ın ikinci ismi Şükri’nin ve Tahran’da Hamas lideri Haniye’nin nokta atışı bir operasyonla öldürülmesi ile ilk sinyalini veren bu yeni aşamada İsrail dikkatleri Gazze’den uzaklaştırıp sınır ötesi saldırı ve suikastları yoğunlaştırdı. Öyle ki Hizbullah kendi tarihinde gördüğü en ağır darbeyi aldı.
İsrail ve Hizbullah arasındaki son savaş 2006’da yaşanmıştı. O dönemin bağlamına baktığımızda Beşşar Esed’in 2005’te bazı reformlara imza attığı, Türkiye ile yakınlaşma sürecinde olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu olumlu havanın Lübnan’a da yansımaları pozitif olmuş, İsrail’in saldırıları karşısında Hizbullah hem Lübnan’da hem de bölgede çok geniş bir kamuoyu desteği almıştı.
İRAN’IN YAYILMACILIĞI
İran rejiminin ABD’nin Irak’ı işgali sonrası 2006-2007 yıllarında Washington’la partner hale gelmesi sadece Irak özelinde değil tüm bölgede İran’a yönelik güven sorununu derinleştirmeye başlamıştı. İran yönetiminin Kâsım Süleymani aracılığıyla Irak’ta Şii mezhepçiliğini canlandırması sadece bu ülkeyle sınırla kalmayacaktı. Tahran rejiminin Irak’ta sürdürdüğü mezhepçi politikanın ürettiği gerilim 2011’e gelindiğinde Arap Baharı süreci ile yeni bir boyut kazandı. Önce süreci “İslami Uyanış” olarak tanımlayan İran rejimi İhvan’ın yükselişini kendine rakip ve tehdit olarak görecek, süreç Suriye’ye uzanınca da tümüyle karşı devrimci bir tutum takınacaktı. Öyle ki Tahran, Esed rejiminin muhalifleri ezmesi için önce Şam’a akıl hocalığı yapmış sonra da bizzat direksiyonun başına geçip ülkede yaşanan sivil katliamlarını, savaş suçlarını bizzat yönetmiştir.
Irak’ta başlayıp Suriye’de doruğa ulaşan mezhepçiliğin Sünni toplumlarda zaten tarihsel olarak var olan düşmanlığı tetiklemesi İran’ın aleyhine işleyen süreci de başlattı. Irak ve Suriye’deki kırılma Yemen’de devam etti. İran kendi vekili Husi Ensarullah örgütüne talimat vererek devrik diktatör Ali Abdullah Salih’le işbirliği yaptırttı. Bu işbirliğinden kazandığı güç ile İrancı Husiler yeni İhvan Hükümeti’ne darbe yaptılar. Bu durum sonrası ülkenin güneyine çekilen yeni hükümet güçleri ile Husiler arasında iç savaş patlak verdi. İran’ın Lübnan’da da Hizbullah üzerinden iç politikada askeri vesayet kurması, 2020’lere geldiğimizde bölgede en nefret edilen figüre dönüşmesine neden oldu. Elbette bunun bir bedeli vardı ve o bedel de kendi başı zora düştüğünde beklediği moral desteği ve maddi dayanışmayı bulamayacak olmasıydı. İran rejiminin yakın vadede kendisine kazanım gibi gelen yayılmacılık aslında tam bir Pirus zaferiydi.
Pirus zaferi, kazanan üzerinde o kadar yıkıcı bir etki yaratır ki bu durum neredeyse bir yenilgiyle eşdeğerdir. Böyle bir zafer, gerçek anlamda bir başarı duygusunu yok eder veya uzun vadeli ilerlemeye zarar verir. İran’ın 7 Ekim’e kadarki durumu aynen böyleydi. Tahran rejimi dört Arap başkenti Bağdat, Şam, Beyrut ve Sana’yı yönetmekle övünüyor, Irak ve Suriye’de demografiyi değiştiriyor, Lübnan siyasetini yönlendiriyordu. Ancak tüm bu tablo kendisine karşı bölgede toplumsal öfkenin birikmesine yol açtı. İçten içe 1979’dan beri İslam dünyasına anlattığı Müslümanların birliği (Vahdet), mezheplerin yakınlaştırılması (Takrib) ve Devrim ihracı söylemlerinin boşa çıktığı bu süreç yakın vadede başarı gibi dursa da İran rejiminin hem iç kamuoyunda hem bölge kamuoyunda yalnızlaşmasına yol açtı.
Hizbullah özelinde durum daha da vahim. 2006’da sahip olduğu geniş desteği ve “işgale karşı direniş”ten aldığı meşruiyetini aşamalı olarak kaybeden örgütün en büyük zaafı Tahran’a olan bağımlılığıydı. Lübnan’da paralel devlet olma iddiasıyla hegemonyasını artıran Hizbullah Lübnanlılık değil İran yayılmacılığının ileri karakolu olarak işlev gördü. Bunun sonucu olarak da Suriye’de başlayan halk hareketine Esed’den fazla Esedçi bir tavırla saldırdı. Güçlerinin büyük kesimini Suriye içerisinde işgalci olarak konumlandırması, Esed rejimi ile aynılaşması Hizbullah’ın ve lideri Nasrallah’ın meşruiyet kaybı demekti. Bugün Suriye sokaklarında kitlelerin Nasrallah’ın öldürülmesini tatlılar ve havai fişeklerle karşılamasının arkasında bu kirlenmişlik yatıyor. Hizbullah aynı zamanda Lübnan içerisinde de güç zehirlenmesine uğramasaydı ülkenin iç kamuoyunda saldırılar karşısında bu denli yalnız kalmazdı.
Saddam Hüseyin Halepçe’de Kürtleri ve ülkesinin güneyinde Şiileri katletmeseydi, tüm Irak’ta bir korku imparatorluğu kurmasaydı, ABD işgali karşısında yapayalnız kalmayacaktı. Benzeri bir durum İran rejimi ve uzantıları için bugün Suriye, Yemen ve Irak’ta geçerli. İran rejiminin İhvan’ı kendisine rakip görerek Mısır’da desteklememesi, Yemen’de ise bizzat İhvan’a darbe yaptırması, Suriye’de Şam rejimini muhaliflerle masaya oturtup kendini yenilemesi için öncü olmaması, aksine muhalifleri devlet terörü yoluyla bastırması için teşvik etmesi ölümcül hatalardı.
Tüm bu kirlenmişlik bölgede özellikle ABD yanlısı söylemin güçlenmesi ile sonuçlandı. İşte Netanyahu tam da Direniş Cephesi’nin bu illüzyona kendini kaptırdığı bir dönemi kendi açısından fırsata çevirmeye çalışıyor.
ABD’nin Ortadoğu’daki üç bloku dengeleme siyasetinin askıya alındığı seçim sürecinde İsrail’i durdurabilecek bir siyasi irade yok.
Bunun yanında İsrail’i savunmak söz konusu olduğunda yekvücut ve sistematik bir koordinasyonla hareket eden Batı cephesine karşılık sadece kendi çıkarını düşünen ve Ortadoğu’daki müttefiklerini böylesi bir savunma iradesi göstermeyen Rusya ve Çin’i de unutmamak gerek. Bu tabloda istihbarat, teknoloji ve bilimsel üstünlüğün Batı’da olduğuna da şahit oluyoruz.
BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNİN SONUÇLARI
Tüm bu gerçeklik bizi Lübnan’da Hizbullah’ın tasfiyesini amaçlayan ve tüm beyin kadrosunu kaybetmesiyle sonuçlanan, örgüte tarihi ağır bir darbe indiren saldırılara ulaştırdı. Tele mesaj cihazları ve telsizlerin patlatılması ile başlayan, tüm Lübnan’ın bombalanmasıyla süren ve Hasan Nasrallah’ın öldürmesiyle şok etkisi yaratan İsrail operasyonları kara harekatı ile sürüyor. Saldırıların sadece Nasrallah’ın değil tüm Hizbullah’ın yok edilmesini amaçlayan geniş kapsamlı hedefi, Ortadoğu’daki dengelerin yeniden dizayn edilmesi ile. Suriye’de katledilen 1 milyon sivil, Irak’ta ABD işgali sonrası ve IŞİD terörü sebebiyle can veren bir o kadar insan ve İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım… Failler değişse de mağdurlar hep masum siviller.