Görüşler

Massingnon ve Topçu: Tasavvufa dair

Massingnon ve Topçu: Tasavvufa dair

‘Tuhaf Günler Peşimizde’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Louis Massignon, İslamiyet ve Hristiyanlık arasında kurulacak diyaloğun siyasi sonuçlarını dile getirmişti. Bunun barışçıl bir dünya düzeninin kurulmasına katkıda bulanacağını belirtti” diyor.

Şarkiyatı Louis Massignon, yaklaşımı ve yorumu sorunlu da olsa İslamiyet’in Fransa’nın entelektüel hayatında belirli bir yer edinmesinde, ilgi görmesinde ve tartışma konusu yapılmasında rol oynadı. Tasavvufun sosyal ve politik boyutunu ortaya koydu. Hristiyan- Müslüman dünyalarının, inançlarının yakınlaşmasını sağlamayı amaçladı Son derece sıra dışı bir Katolik, vizyon genişliği tartışılmaz bir entelektüeldi. Edward Said Şarkiyatçılık ‘da onun Fransız kolonilerinde görev yaptığını, ancak buna rağmen bağımsız bir bakış açısına sahip olabilmeyi başardığını belirtir.

1883’de Paris’in bir banliyösünde burjuva bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Louis Massignon’un babası agnostik, annesi ise Katolik’ti. O annesinin inancını seçti; fakat gençlik yıllarında yaşadığı inanç krizi sonucunda kiliseden koptu. Bu krizi aşabilmesi için babası onu yakın arkadaşı olan Joris-Karl Huysmans ile tanıştırdı. Huysman genç Massignon’un inanç bunalımının üstesinden gelmesinde yardımcı oldu; Katolikliğe dönüşünü sağladığı için duyduğu minnetten dolayı tasavvuf düşüncesinde önemli bir yere sahip olan Hallac-ı Mansur üzerine yaptığı kapsamlı çalışmasını Fransız romancıya ithaf etti.

Massignon genç yaştan itibaren Batılı olmayan kültürleri inceledi. 1901’de Kuzey Afrika’ya yaptığı yolculukta sonsuzluk duygusu uyandıran Sahra onu çok etkiledi; o coğrafyadan, oranın kültüründen, inanç dünyasından çok şey öğrendi. “Çölün okulu” olarak andı orayı. İslamiyet’i samimi biçimde tanımaya ve anlamaya çalıştı. İslam kültürünün zenginliğini göremeyenleri, yüzeysel bir bakışla orada sadece basit bir teslimiyet bulanları eleştiriyordu. Bu kültürün kapsayıcı, kucaklayıcı bir yaklaşıma sahip olduğunu kabul ediyor; Müslümanlar’ın Allah’a olan sarsılmaz inanç ve sevgilerini takdirle karşılıyor, onların misafirperverliğini, hayırseverliğini övüyordu.

Massignon, İslamiyet ve Hristiyanlık arasında kurulacak diyaloğun siyasi sonuçlarını da dile getirmişti; bunun barışçıl bir dünya düzeninin kurulmasına katkıda bulanacağını belirtti. Onun genç yaşlarından başlayarak 1962’de ölümüne değin dinlerin yakınlaşması, aralarında köprü kurulması konusunda harcadığı çaba kesinlikle küçümsenmemeli; o Müslümanlara “saygıyla yaklaşan Kilise” vizyonuna sahipti ve bu vizyonu ölümünden üç yıl sonra II. Vatikan Konsili’nde alınan kararlarda etkili oldu. Konseyin düzenlediği, 28 Ekim 1965’te Papa VI Paul tarafından onaylanan ve günümüzde Nostra Aetate adıyla bilinen “ Kilisenin Hıristiyan Olmayan Dinlerle İlişkisine İİişkin Bildirge Massignon’un telkiniyle kaleme alınmıştı. Bildirgede “Kilise Müslümanlara saygıyla bakar” ifadesi yer alıyordu. Massignon bildirgedeki dönüm noktası niteliğindeki düşünceleri uzun yıllar tavizsiz savunmuştu.

Massignon tasavvuf yorumunu, İslamiyet ve Hristiyanlık arasında yakınlık kurma ve benzerlik bulma çabalarını Hallac-ı Mansur eksenine yürüttü. Hallac İslam tasavvufunda hayli ağırlığı olan, bir o kadar da tepki çeken ve eleştirilen bir sufiydi. Yaratanla “bir olma” , Hallaç’ın tasavvuf anlayışının temelini oluşturur. ‘En-el Hak’ sözüyle pek çok mutasavvıfı etkilemiş, ruh dünyasını beslemiş; ama mutlak tevhidi ifade bu sözü onun 922 yılında Bağdat’ta idam edilmesine de neden olmuştur. Din şehidi olarak kabul edilmiş, zülüm görenlerin temsilcisi haline gelmiştir. O, Allah sevgisiyle yüksek bir ruh hali içinde yaşamış; halden hale intikal ederek, farklı suretler kazanarak tamamen kendinden geçmiş, nefse ait olan her şeyden arınmıştı. Onun yaşadığı mistik dinsel deneyim ancak aşk gibi yoğun duygularla mümkün olabilirdi.

Massignon, Hallaç’ı İsa’ya benzetiyordu. Paul Claudel’e yazdığı bir mektupta Hallac için ‘İsa’nın çarpıcı bir ikizi’ benzetmesini yapmıştı. Acı çekmek, işkence görmek, infaz edilmek ikisi arasındaki ortak noktalardı; hatta Fransız şarkiyatçı Hallac’ın tıpkı İsa gibi çarmıha gerilerek infaz edildiğini öne sürüyordu. Bu noktada Massignon’un mistisizm anlayışının bir diğer anahtar kavramlarından biriyle karşılaşırız: İkame. Fransız şarkiyatçı ‘başkası için, başkası uğruna’ anlamlarında kullanır bu sözcüğü. İnsanın kendini zülüm gören birinin yerine koyması, onun yerine acı çekmesi, onun günahlarından arınabilmesi için ıstırap duymayı üstlenmesi. İsa ve Hallac bunu yapmışlardı. Ancak belirtmek gerekir ki, özetlemeye çalıştığım bu tezler İslamiyet açısından oldukça tartışmalı, ikna edici olmaktan uzaktır.

Muhafazakâr düşünce dünyamızda çok istisnai bir yere sahip olan Nurettin Topçu Fransa’da doktora çalışmalarını yürüttüğü dönemde, 1930’larda üç düşünürden etkilenmişti. Bunlardan ilki hareket felsefesi adıyla anılan ve ilahi olana açılan bir düşünce geliştiren Maurice Blondel’di. Üzerindeki etkisi o kadar fazlaydı ki Türkiye’ye döndükten sonra çıkardığı dergiye Hareket adını vermişti. Onu etkileyen ikinci düşünür sezgicilik felsefesinin kurucusu Bergson’du; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde hazırladığı doçentlik tezi Bergson’un felsefesi üzerineydi. Etkilendiği üçüncü düşünür yukarıda düşüncelerini özetlemeye çalıştığım Katolik ilahiyatçı ve şarkiyatçı Louis Massingon’du. Onun tasavvuf alanındaki çalışmaları, özellikle Hallaç üzerine yaptığı incelemeler Topçu’yu şaşırtıcı biçimde etkilemişti.
1930’larda Türkiye’de akademiye hâkim olan pozitivist görüş felsefe ve dini karşıtlık ilişkisi içinde görüyor, bu ikisini birbirinden uzak tutuyordu. Topçu ise bu anlayışının muhalifiydi. Fransa’da doktora çalışmaları yaptığı dönemde felsefe ve dini bir araya getiren ve bir arada düşünen, pozitivizmin bilimsel iddialarına karşı çıkan düşünürlere ilgi duymuş, onları incelemişti. Maurice Blondel ve Henri Bergson’un etkisiyle serbest düşünce olarak felsefenin din karşıtı olmadığını savunuyordu. (Özyurt, 2017: 208).

Topçu’nun 1934’de Sorbonne’da kabul edilen doktora tezi Conformisme et Révolte (İtaatkârlık ve İsyan) Türkçeye ancak yıllar sonra İsyan Ahlakı başlığıyla çevrildi. Yıllar içinde düşünsel gelişimi boyunca buradaki tezlerini olgunlaştırdı. Kabul etmek gerekir ki onun isyan nosyonu karmaşıktır, kolay kavranamaz; bunun temel sebebi anlayışının özgün oluşudur. Blondel ve Massingnon’dan ne kadar etkilenmiş olsa da sonuçta özgün bir tez geliştirmiştir.

Öncelikle belirtilmesi gereken onun isyan kavramının tasavvufla olan yakın bağlantısıdır. İsyan sözcüğüne özgün bir içerik yükleyerek felsefesinin temel kavramına dönüştürmüştür. Uyuşumun itaatin karşıtı olan isyan kavramı onun felsefesinde birbirine zıt iki anlam barındırır. İki tarz isyandan söz eder. İlki her şeyi inkar eden inançsız insanın isyanıdır. Sonunda toptan bir yıkıcılığa dönüşür. Bütün insani değerleri, toplumsal kurumları, toplumsal hayatı mümkün kılan bütün ilkeleri hiçe sayan bu ferdiyetçilik Max Stirner’de en açık sözlü temsilcisini bulur; had safhada bir bencilliğin felsefesidir, nihilizmle noktalanır.

Topçu’nun düşüncesinde ise isyan başkaldırmanın yanısıra bağlanmayı da ifade eder. İnanan kişinin ferdi iradesinin yetersizliğinin bilincinde olması ve kendini tamamlamak için ilahi iradeye bağlanmasıdır. Bir başka ifadeyle, Topçu’da isyan mistik bir temaydı. Hallac işte temelinde ahlakın mevcut olduğu bu ikinci türden isyanı temsil ediyordu. Şu halde Hallaç, isyan ahlakını benimsemiş ve ona bağlanmış bir asiydi. Bu bağlılıkla yaşamış ve bağlılığından dolayı infaz edilmişti. Esasında Topçu kendi de 1930’larda yürürlüğe konulan baskıcı modernleşme projeleri karşısında sükût etmeyen, hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmeyen, isyan ahlakının ilkelerine bağlı kalan bir asiydi.

Yaşadığı dönemde İslam dünyasındaki olumsuz gelişmelere karşı hayli eleştirel bir tutum içindeydi; İslam ve İnsan başlıklı kitabında eleştirilerini açıkça dile getirmişti. İslam ülkelerinde birliğin, dayanışmanın yok oluşundan şikâyet ediyor, İslam dünyasını “hasta bir vücuda” benzetiyordu. ( Hiç kuşku yok, bugün Gazze’deki soykırım karşısındaki kayıtsızlık, duyarsızlık konusunda söyleyecek epey sözü olurdu ). Ona göre “ her İslam memleketinde ruhlar birbirinden ayrılmış, birbirine saldırıyorlardı; her sene ‘binlerce ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelmiyor’du. Oldukça karamsar bir bakışı, hayli sert eleştirileri yansıtmaktadır bu sözler. İslam ve İnsan’ın ilk baskısı 1969’da yapılmıştı ama Topçu buradaki eleştirilerini 1930’ların ikinci yarısından beri dile getiriyordu. Söz konusu olumsuzlukları o dönemde tespit etmişti. Yenilenen ve isyan ahlakı ile beslenen tasavvuf canlanmayı sağlayacak ‘vicdan âleminin inkılapçıları’ olan mutasavvıflar İslam’ın uyanış çağını gerçekleştireceklerdi. Tasavvuf öncelikle bu açıdan bir alternatifti.

Muhafazakâr düşüncenin en önemli ve en derinlikli isimlerinden biri olan Topçu açısından tasavvuf ayrıca 1930’lardan itibaren yürütülen modernleşme projeleri kapsamında dinin ve dinsel hayatın devletçe düzenlenmesine bir alternatifti. Gerçekten, devletin (kimi kez zora başvurarak) empoze etmeye çalıştığı laiklik anlayışı Anadolu halkını ruhundan ve manevi değerlerinden koparmış, halkın hayatının hemen her düzeyinde dünyeviliği egemen kılmış, bu durum sonuçta halkın büyük çoğunluğunda kırgınlık ve küskünlük yaratmıştı. Tasavvuf Anadolu halkını ruhuyla buluşturacak, ruhuna kavuşturacaktı. Bir başka ifadeyle tasavvuf dini ve maneviyatı halkın günlük hayatından kovan, ruhundan söküp atmaya çalışan ve çoğu ordu kökenli bürokratik elit tarafından yürütülen Cumhuryet’in pozitivist reformlarının, bu reformlar kapsamında halkın manevi yaşantısına yapılan ağır müdahalelerin yol açtığı ruhsal tahribatları onaracaktı.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir