“İtibar ve iktidar” kitabının yazarı Muhsin Altun, “Liderlerin çelişkili beyan ve icraatlarına gösterilen kayıtsızlık, mistik düşünüş biçiminin ürünüdür” diyor.
Fillerle ilgili şikâyetlerini Timur’a iletmesi için Nasreddin Hoca’yı teşvik eden köylülerin hikâyesini biliriz: Karargâha yaklaşınca hepsi ortadan kaybolmuş; buna kızan Hoca da Timur’dan daha fazla fil isteyerek köylülerin gündemini sabote etmiştir.
Hoca’nın tepkisi anlaşılır olsa da köylülerin “çelişkili” pozisyonunun beşeri arka planını irdelemekten geri durmamalıyız. Neden böyle davranmışlardı?
Toplumsal varlıklar olarak, bazen farkında olmadan kapasitemizle orantısız rollere sürüklenebilir; atandığımız role “gömülü” halde bulunan tam bağlılığı hesaplamadan hareket edebiliriz. “Tam bağlılık”, rolün özelliğinden ya da sizin için taşıdığı risklerden bağımsız yeni bir “durum” yaratır. Bu durum, hukuki anlamda sizin durmanız gereken noktayı işaretler. Geçerli bir neden göstermedikçe rolünüzü oynamayı reddedemez; örneğin taahhüdünüzden vazgeçemezsiniz. Özel hukuk çelişkili davranış ve tasarrufları himaye etmez. Benzer durum uluslararası ilişkilerde de geçerlidir: Başka bir devletin soykırım suçu işlediğini iddia ederken aynı konudaki kendi ihlallerinizin uluslararası hukuka uygun olduğunu ileri süremezsiniz. Keza, İsrail’in “arz-ı mev’ud” gündemini benimseyip destekleyen bir liderin aynı zamanda Filistin’e yardım göndermesi, -ironik olsa da- çelişkili davranışın bir başka örneğidir.
Roma hukukunun mirası olan “çelişkiye düşmeme kuralı” (venire contra factum proprium), dürüstlük ilkesinin mantıksal bir uzantısı olmakla; hem ahlaki hem de hukuki anlamda insanın önceki söz ve fiilleriyle çelişen davranış ve tasarruflarda bulunmaması gerektiğini söyler. Çünkü böyle bir eğilim, güvene dayalı sosyal ilişkiler kurulmasını imkânsız hale getirirken failin itibarını da zedeleyecektir. Medeni insanlar olarak, çelişkinin sakınılması gereken rahatsız edici bir durum olduğunu varsayarız.
Bununla birlikte, çelişkiden sakınmayı bir “insan evrenseli” olarak görmek, insan soyunu tanımamaktır. Sosyal ilişkilerde çelişki ve tutarlılık seçeneklerinden hangisinin öne çıkacağı, bireyin düşünüş biçimine ve koşullara göre değişkenlik gösterebilmektedir.
“Mistik” ve “modern” olmak üzere iki ayrı düşünüş biçimi tanımlayan antropolog Lucien Levy-Bruhl, “ilkel” olarak adlandırdığı toplulukların çelişkiye düşmekten endişe duymadıklarını, çelişkiyi aramasalar da onu uzlaştırmak gibi bir kaygılarının bulunmadığını saptar. Ona göre, ilkelleri çevreleyen gerçekliğin kendisi mistiktir. İlkeller nesne ve olguları bizim algıladığımız gibi algılamazlar. Kuşkusuz beyin dokuları ve duyu sistemleri bizimki gibidir. Ancak, nesne ve olguların zihinlerindeki yansıması, onlara ayrılmaz bir şekilde bağlı olan mistik özellikleri ima eder.
Modern düşünüş biçimi, Aristo mantığındaki “çelişmezlik” ilkesine dayanır: Bir şey ne ise odur; aynı anda hem kendisi hem de karşıtı olamaz. Mantık yasaları, kendi düşüncemizde, kendisine doğrudan karşıt olan her şeyi mutlak olarak dışlamakla; modern düşünüş biçiminin çelişki toleransı düşüktür.
Buna karşılık mistik düşünüş, tüm varlıklar arasında dışsal ve aynı zamanda gizemli ilişkiler, eylemler ve tepkiler algılar. Levy-Bruhl’un “mantık öncesi” (prelogic) olarak adlandırdığı bu zihniyet, ilişkiler, eylemler ve tepkiler arasında “ortaklıklar” kurma eğilimindedir. Ortaklık ya da katılım yasası, “nesnelerin ve olguların, bizim için anlaşılmaz olsa da kendilerinden başka bir şey olabilecekleri” inancıdır. Örneğin bir Zuni (New Mexico, ABD) dansçısı, kendisinin bir tanrı olduğunu söylediğinde bu, onun tanrının kimliğine büründüğü anlamına gelmez. Daha ziyade tanrı ile özdeşliğini ifade ettiği anlamına gelir; böylece evrenin yaşam güçlerine katılmaktadır. Keza, bazı törenlerin icrası, aksi takdirde yetişmeyecek olan mahsullerin bolluğu ile bağlantılıdır. Buganda’da (Uganda), kısır bir kadın “kocasının bahçesinin meyve vermesini engelleyeceği için” geri gönderilir. Burada toplum, -bahçe ile kadın arasında- zihinsel düzeyde bir ortaklık kurmuştur. Japonya’da, “aşılamadaki hayati enerjiye özel ihtiyaç duyulması nedeniyle” ağaçların sadece genç erkekler tarafından aşılanması ise cinsiyetlerle verimlilik arasında kurulan ortaklıkla ilişkilidir.
Mistik düşünüş, salt ilkellere mahsus değildir. Bir insan, farklı koşul ve bağlamlarda bu ikisinden birini tercih edebilir. Örneğin bazı ilkeller, resmedilmiş, oyulmuş veya yontulmuş nesnelerdeki insan tasvirini, o insanın kendisi kadar “gerçek” görürler. Buna karşılık, modern bir yurttaş, ulusun birliğini temsil eden bayrağı ulustan daha değerli görebilir. Nesnelerin zatında onlarda olmayan şeyler görmek, hem ilkel hem de modern insanda sıkça gözlenen bir eğilimdir.
Modern düşünüş, olağandışı olanın imkânsız olduğundan nerdeyse emindir. Mistik düşünüşte ise örneğin bazı bireylerin olağanüstü güçleri vardır. Aynı anda birden fazla yerde bulunabilirler; tasavvuf terimleriyle ifade etmek gerekirse “tayy-ı mekân ve bast-ı zaman” yapabilirler. Mistik birey, sadece olasılıklar açısından kesin konuşmakla, zihni deneyime karşı geçirimsizdir. Örneğin kehanet tutmazsa ya da büyü işe yaramazsa bazı gizli nedenler vardır; başka bir zamanda, başka durumlarda işe yarayabilir. Keza, dualarımız sonuçsuz kalmışsa henüz “vakti kaza olmadı” demektir.
“Mantık öncesi” terimi, zaman açısından mantıksal düşüncenin doğuşundan önceki bir aşamaya işaret etmez. Mistik düşünüş, düşünsel gelişimin erken bir aşaması değildir. İlkeller, kesinlikle “mantık dışı” (antilogical) ya da “mantıksız” (alogical) biçimde düşünmezler. Düşünüş biçimlerinin “mantık öncesi” olması, zihinlerinin çelişkiden kaçınmaya eğilimli olmayışındandır. İlkel, çelişkili olandan açıkça zevk almasa da (bu çok saçma olurdu) ondan kaçınmak için özel bir çaba göstermez. Zihni çelişkiye karşı geçirimsizdir ya da daha doğrusu, Aristo mantığı açısından çelişkili görünen birçok şey mistik zihniyetle çelişmez.
ÇELİŞKİNİN UZLAŞTIRILMASI
Bütün bu durumlar, insan davranışının modern yöntemlerle analiz edilmesini zorlaştırır. Çünkü onun zihninde, mantıksal ve mantık öncesi olan şeyler, bir bardaktaki yağ ve su misali katmanlar halinde ayrılmış olmayıp, birbirlerine nüfuz ederler. Çünkü insanlar, kendilerinin ya da çevrenin “ihtiyaçlarına” mekanik biçimde yanıt veren doğallıktan sıyrılmış birer otomat değildirler. Beynimiz hiyerarşik olarak örgütlenmediğinden koşullar değiştikçe değerleri yeniden sıralamaya tabi tutar. Sorgulamanın bağlamı ve değişen değerler, mantıksal tutarsızlıklarımızı hafifletir.
Mantık öncesi olanın mantıksal olanı dışlamadığı bir zihinsel durumu hayal etmek güç olsa da uygun koşullar altında ikisinin uzlaştırılması mümkündür. Örneğin 1970’lerde, Komünizme karşı Hristiyanlığı savunduğunu iddia eden Arjantin’deki faşist rejimin hedeflerinden biri, fakir semtlere yerleşen ve oralarda sosyal çalışma yürüten Katolik rahip ve rahibelerdi. 1976’da gözaltına alınıp sorgulanan rahip Orlando Virgilio Yorio’nun ifadesine göre, rejim bu çelişkiyi şöyle aşmıştı:
“Beni sorgulayan kişinin sabrı taştı ve sinirlendi:
‘Sen gerilla değilsin, şiddete inanmıyorsun ama farkında değil misin ki gecekondu mahallelerindeki fakir insanları birleştiriyorsun; fakirlerle birleşmek yıkıcılıktır. Tek hatanız, öğretiyi motomot bir şekilde yorumlamaktı. İsa fakirlerden bahsetti ama ruhen fakir olanlardan bahsetti; siz ise bunu harfiyen yorumladınız ve fakirlerle yaşamaya başladınız. Arjantin’de ruhen fakir olanlar zenginlerdir. Gelecekte zamanınızı gerçekten manevi yardıma ihtiyacı olan zenginlere yardım ederek geçirmelisiniz’ dedi.”
Buradaki asıl sorunun İsa’nın ne söylediğinden ziyade “sapkın” olarak fişlenenlerin elimine edilmesi olduğu açıktır. Bundan daha açık olan diğer şey ise dinin ortadaki çelişkiyi gidermedeki kritik rolüdür. Din özde bir “Mutlak” duygusu olsa da Mutlak’ın hatalı ahlaki anlayışlar lehine yorumlanmasına karşı hiçbir somut garanti sunmaz. Tarihin göreceli perspektiflerinden bakıldığında bazı siyasal amaçlar açısından haklı çıkarılamayacak veya daha az erdemli bir eyleme kıyasen onaylanamayacak hiçbir insan eylemi yoktur. Dinin mutlak referansı, bu kısmi perspektifleri ve erken gerekçeleri ortadan kaldırır.
Perde arkasındaki diğer suç ortağı eğitim müfredatıdır. İnanç alanı bilgi alanı aleyhine genişletildiğinde çelişkiler nerdeyse tamamen bir kayıtsızlık meselesidir. Ortaklık yasasına göre hareket eden dindar zihin, bizim için kesinlikle çelişkili olan ifadelerde hiçbir sorun görmez. Apaçık durumlar onu zorladığında sorgulamak yerine hazır yorum ve tevillerle kendini tatmin eder. Çelişkiye izin vermeyen mantıksal düşünüş, onu algılar algılamaz bastırmaya çalışırken mantık öncesi mistik zihniyet, bilakis aklın iddialarına karşı kayıtsızdır.
Aksi senaryoda, genç zihinler deneyimlemeye daha açık hale gelir ve bu da onları çelişkilere karşı daha duyarlı kılar. Örneğin taşın fiziksel-kimyasal özellikleri, onu diğer nesnelerden ayırt edecek şekilde bir kez kaydedilip “taş” sözcüğünde sabitlendiğinde, artık taşların konuşması veya kayaların yürümesi ya da insanları yaratması düşünülemez olur. Kavramlar ne kadar çok belirlenip sabitlenir ve tasnif edilirse bu tür ilişkileri hesaba katmayan ifadeler o kadar çelişkili görünür. Böylece aklın mantıksal talebi, kavramların tanımlanıp belirlenmesiyle büyürken nesneler ve olgular arasında mistik bağlantılar kurma eğilimi zayıflar.
SONUÇ
Mantık öncesi düşünüşte, nesne ve olayların gelişim yönü, bizim kolayca nüfuz edemeyeceğimiz mistik bir çerçevede tayin edilmiştir. Hal böyle olunca şu ya da bu şekilde davranmamız, örneğin terörist eğilimleri tescilli bir devletle ticaret yapıyor olmamız, ahlaki kayda değerliğin (moral considerability) kapsamı dışındadır; en kötü ihtimalde bir “takdir-i ilahi” meselesidir. Mantıksal düşünüşte ise nesneler ve olaylar ezelden bir sonuca yazgılı değillerdir; süreç içinde anlam kazanırlar ve iradi tercihlerimizden şu ya da bu biçimde etkilenirler. Çelişki, tarihin diyalektik ilerleyişine dâhil olsa da bireyin ahlaki gelişimi açısından sınırlayıcı bir faktördür. Bu anlamda ahlak, çelişkilerden uzaklaşmak ve tutarlılığı aramaktır.