Gazeteci Bilgehan Uçak "Kulüp, hiçbir şekilde yargılamadan bir arada yaşama kültürünün nasıl yok edildiğini anlatıyor" değerlendirmesinde bulunuyor.
Orhan Bey diye bir karakter var, o da müthiş kurgulanmış. Esas adı Niko. Bunu saklıyor. Malum, mühtedi daha mutaassıp olur, bu da devlet emrettiğinde kulüpteki gayrimüslimleri işten atmaya başlıyor. Sebep yok. Sebep, sadece Türk olmamaları.
Hiç yabana atılmayacak konuların başında sinemamız gelir bence. Çok değerli yönetmenler, starlar, karakter oyuncuları çıkarmış, imkânları ölçüsünde büyük başarılara ulaşmış bir sinemamız var.
Atilla Dorsay’ın Yeşilçam’ın bitişi olarak nitelendirdiği seksenlerin başından sonra sinema bocalama devrine girdi. Doksanlar istisnalar dışında bu açıdan da kayıp yıllardır. Birer sene arayla çekilen Eşkıya (1996), Ağır Roman (1997), Her Şey Çok Güzel Olacak (1998) gibi filmlerle yeni bir sinemaya girdiğimizi söyleyebiliriz.
Tevarüs edilen bu birikim, zaman içinde “Türk dizileri” diye janrın başlamasına yol açtı. Üç-dört sene önce Bratislava’ya gittiğimde konuştuğum aynı zamanda üniversite öğrencisi olan rehber kız, birkaç Türk dizisini soluksuz izlediğini söylemişti. Güney Amerika’da, Ortadoğu’da yine bu dizilerin birçok alıcısı olduğunu biliyoruz.
Türk dizileri, çok kabaca konuşuyorum, insanlara yaşamayı arzu ettikleri bir hayal dünyasını satmaya çalıştı. Bunda da muvaffak oldu. Konaklar, jipler, günün her saatinde takım elbiseli adamlar, saçları bozulmayan kadınlar, şatafat… Zülfüyare dokunmamak da bir başka ortaklıktı. Tamamen apolitik bir kuşağın yaratılması için iyi de bir aracı vazifesini üstlendi bu diziler. Zaten son senelerde yerli sinema ürünlerinin pek çoğunun komedi tarzında olduğunu görüyoruz. “Sanat sineması”, çok daha dar bir çevrenin ilgisini çekti. Popülerleşemedi. Bu da doğal bir şey. Ama bu iki uç arasında nitelikli güzel filmler de izledik.
Gelgelelim, salgın birçok şeyi olduğu gibi film izleyişimizi, beklentimizi de değiştirdi. Dört saatlik bir film çok uzun olduğu için izlenemez bulunuyorken, bugün sekiz bölümlük bir dizinin bir gecede nasıl bitirildiğine dair çok sayıda örnek sayabiliriz. Böyle olunca, bu platformlar televizyon ya da sinema izleyicisinden farklı bir kitle yarattı.
Beklentisi farklı, tüketimi farklı. Konvansiyonel izleyici için yapılan üretimden farklı olmak gerekti. Rekabetin dozu da düşünülünce çok farklı işler görmeye başladık. Şahsiyet bunların öncüsüydü diye düşünüyorum. Arkasından Bir Başkadır geldi, Türkiye bir süre bu diziyi konuştu. Ve, Kasım 2020’de Kulüp yayınlandı. Bu üç dizide de “siyasetin dozu” gitgide yükseldi, zülfüyare dokunma korkusu ortadan kalktı ve Kulüp’le artık başka bir seviyeye gelindi.
Kulüp’ün tarih danışmanlığını, aynı zamanda Tarih Vakfı Başkanı olan Mehmet Ö. Alkan yapmış. Başlı başına yeterli bir referans ama bu kadarla yetinmemişler. Bayık didaktizme yer vermeden, kimseyi suçlamadan, hedef göstermeden, ama olanları olduğu gibi göstermekten de kaçınmadan muhteşem bir diziye imza atmışlar. Her şeyden önce bu dizi Türkiye’yi ele alış şekli açısından belki de bir ilk. Bir Yahudi ailesinin hikâyesini izliyoruz. Ama ne karikatürleşmesine ne çarpıtılmasına ne de yüceltilmesine izin verilmiş. İşte bir Türkiye Yahudisi, hepimiz gibi, sen gibi ben gibi biri. Yahudilikten başka birçok derdi, sıkıntısı, yalnızlığı, çaresizliği, sevinçleri, hayal kırıklıkları var…
Ama Kulüp’ü çekenler işi bu kadarla sınırlı tutmamışlar. Tek Parti devrinde azınlık mensubu olmanın ne manaya geldiğini de göstermişler. Dediğim gibi, asla didaktizme düşmeden. O berbat Ararat filmi geliyor gözümün önüne. Korkunç bir propaganda. Ama burada öyle değil. En az Ararat kadar siyasi ama çok daha sanatkarane.
Varlık Vergisi’nden bahsediyor mesela. Aşkale’de, Sivrihisar’da yok yere öldürülen azınlık mensuplarından. Eğer Amerika, Sicilya’ya çıkmasaydı, Naziler doğu cephesinden sonra batıdan da püskürtülmeye başlanmasaydı ve New York Times’ın sahibinin oğlu gelip de haberleri yapmasaydı arka arkaya, belki bugün çok daha utanılası bir geçmişe sahip olacaktık.
Edebiyatta “takdim tehir” dediğimiz bir şey vardır. Bir cümledeki sözlerin yerlerinin değişmesi gerektiğini söylemek için kullanılır. Türkiye’de kimilerine göre son on, kimilerine göre de son beş yılda yaşananlar, müthiş bir Tek Parti özlemi getirdi. Asr-ı saadet günlerine dönmenin hayalini kuranlar, o günlerde hiçbir sorunun olmadığını iddia edenler, hatta bizzat rejimin gadrine uğramışları bile o rejimin payandası ilan etmeye çalışanlar…
Şimdi, bugün yaşadıklarımızın aslında o günkü çarpık düzenin bir parçası olduğunu da söylemek gerekiyor. Ermeni kıyımını, Mübadele’yi bir kenara bırakalım. Murat Koraltürk’ün Ekonominin Türkleştirilmesi diye muhteşem bir kitabı vardır. Orada, “Türk” kavramının nasıl dönüştüğünü mükemmelen görürüz. Türk olmak, Türkiye vatandaşı olmak manasına asla gelmez. Avukatlar gibi meslek sahibi çok sayıda insanın kendi mesleklerini yapmaya devam etmelerine izin verilmemiştir mesela. Sermayenin nasıl el değiştirdiğini çok açıkça görürüz. Tabii bu esnada Anadolu’daki kiliseler cemaatsiz kalmıştır. Şirince’deki bağlar yok edilmiştir. Türkiye, dört koldan Türkleştirilmeye başlanmıştır. Türkleşmenin mütemmim cüzü de İslamlaşmadır.
Kulüp, bütün bu süreci ele alıyor. Yahudi kız ile Müslüman oğlan arasındaki aşk, ansızın bitiyor çünkü Yahudi kızın ailesi zengin ama devletle işbirliği yapan Müslüman oğlan müstakbel kayınpederinin servetine konuyor. Bir başka sahnede, iyi bir ışıkçı olan Yani’nin yerine alınan Hacı’nın yaptığı hataları görüyoruz. Aslında Hacı’nın da bir kabahati yok çünkü Yani şehirli ve bu işleri yapagelmiş, Hacı ise köyden kente göçmüş, yersiz yurtsuz, bilgisiz bir genç. Bu niteliksizleşme, sadece sahnede yaşanmadı tabii. Her yerde görüldü sonuçları.
Öte yandan, yıllardır birlikte yaşadığı kadim Hıristiyanlarını yitiren Anadolu’nun da nasıl taassuba savrulabildiğini gördük. Bugün hâlâ bir Türkiye Ermenisinin kaymakam olabileceğine dair haberler çıkıyor. Hep olması gereken hâlâ olamamış, muhtemelen yine olamayacak, olsa bile vitrin süsü gibi, yasak savma kavlinden. Yüz sene sonra çıkan böyle haberlerin çıktığı, bunların kanıksandığı, kıyamet koparmadığı bir ülke…
Harput’un, Kayseri’nin, Kilis’in gayrimüslimleri kalsaydı, herhalde bugün bambaşka bir ülkeden söz ediyor olurduk. Bunu pek tabii ki “gayrimüslimler Müslümanlardan üstündür,” manasında söylemiyorum, öyle bir asla olamaz, farklılaşmanın ve melezleşmenin ne kadar iyi olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Aynı sofraya hem topik hem lakerda hem tereyağı hem de zeytinyağı gelmesi çok büyük bir zenginliktir. Türkiye, bu zenginliği bile isteye yitirdi. Bu, bir devlet politikasıydı. Kulüp, bir aile üstünden bütün bu dönemi yansıtıyor.
Orhan Bey diye bir karakter var, o da müthiş kurgulanmış. Esas adı Niko. Bunu saklıyor. Malum, mühtedi daha mutaassıp olur, bu da devlet emrettiğinde kulüpteki gayrimüslimleri işten atmaya başlıyor. Sebep yok. Sebep, sadece Türk olmamaları. Devletin makbul vatandaşları arasında hiçbir zaman yer alamayacak olmaları. Ama Orhan ilginç. Orhan, “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünü benimsemiş bir “yerli yabancı”.
Bu terim, Yargıtay tarafından azınlıkları tanımlamak için resmen kullanılmıştı. Boğaziçi’nin meşhur hocası Yorgo Yorgadis’in Demir Demirgil olmaya mecbur kalması gibi bir şey. Boğaziçi’nde bir Demir Demirgil Salonu var, acaba kendi adıyla devam etseydi olabilir miydi? İşte yüzleşme bu noktada başlıyor. Atanmış rektörlere karşı çok haklı bir protesto yürüten hocalardan kaçı böyle bir meseleyi dert etti? Kaçı bu Türkleşmeye karşı çıktı?
Reşat Nuri’nin Cumhuriyet’in daha emekleme çağında, 1926’da, yayımladığı Akşam Güneşi’nden bir alıntı yapayım. Savaş gazisi, eski komitacı Nazmi, köyüne döner. Yolda İsmail Çavuş diye sıradan biriyle konuşur. Reşat Nuri, İsmail Çavuş’a şu sözleri söyletiyor.
Beş altı yıl evvel burada İlya Efendi diye biri doktor vardı…
Toprağı kadar yaşasın, gâvur muydu çıfıt mıydı ben de bilemem ama nice Müslümanlardan iyi idi… Başı darda kalana medet ederdi. Hâşâ sümme hâşâ ben Cenab-ı Hakk’ın yerinde olsam bu İlya Efendi’nin kabrine her gece nur indirirdim. (…) Günah aklının erişmediği işe girişmek, ibadullahı zarara sokmaktır bey… Sen işini bilmeden doktorluk edersen günah olur. Ahmet’in, Mehmet’in, Yorgi’nin, Mişon’un koyununu, kuzusunu çalarken ben, jandarma İsmail, yerimde rahat durursam günah olur… (Akşam Güneşi, 10-1)
Cumhuriyet bunu yapamadı. Yapmak da istemedi pek. Burada bir jandarmanın azından birlikte yaşama kültürünü aktarmak çalışıyor Reşat Nuri. Daha sonra, Sabahattin Ali öykülerinde bambaşka jandarmalar görürüz. Artık tamamen devletin politikalarını yürütmek için var gibidirler.
Kulüp, hiçbir şekilde yargılamadan bir arada yaşama kültürünün nasıl yok edildiğini anlatıyor. Olanı gösterip kenara çekiliyor adeta. Devamını araştırmak, düşünmek biraz da meraklısının yapacağı iş. Ekonomi nasıl Türkleşti, sermaye aktarımı nasıl yapıldı, adalet nasıl ayaklar altına alındı, makbul vatandaşı yaratma çabası nelere yol açtı…
Anladığım kadarıyla, Kulüp devam edecek. 6-7 Eylül pogromunu anlatacak. Merakla bekliyorum. Kulüp, son senelerde izlediğim en başarılı iş.