‘İtibar ve İktidar’ kitabının yazarı Muhsin Altun, İslam’ın etik-moral bünyesindeki zayıflığı ‘cahiliye’ erdemlerinin terk edilmesine bağlıyor.
Ey Muhammed, efendim öldü ve benim için yalvarmaya gelen yok. Sana iyi geliyorsa beni serbest bırak ve Arapların talihsizliğime sevinmelerine izin verme. Çünkü ben halkımın reisinin kızıyım. Babam esiri serbest bırakmaya, yakınlarını ve sevdiklerini korumaya, misafiri ağırlamaya, açları doyurmaya ve herkese yemek ve selam vermeye azimliydi. Lütuf dileyenleri de geri çevirmezdi. Ben Hatim’in kızıyım.”
Tayy kabilesinin cömertliği ile meşhur reisi Hatim-i Tâî’nin kızı, esir olarak Peygamber’in huzuruna getirildiğinde ona böyle hitap etmişti. Kızı dinleyen Peygamber, “gerçek mümin senin tarif ettiğin gibidir. Eğer baban Müslüman olsaydı elbette biz ‘Allah ona rahmet etsin’ derdik. Bırakın gitsin” dedi ve devam etti: “Çünkü efendisi soylu davranışları severdi ve Allah da onları aynı şekilde sever.”
Sabit b. Cabir, Fehm kabilesinin büyüklerindendi. Bir gün onu koltuğunun altında bir kılıçla çadırından çıkarken gören annesi, “Sabit nerede?” diye sorulduğunda “bilmiyorum; koltuk altına bir kötülük koydu (ta’abbata şerran) ve gitti” diye cevap verir. O günden sonra “Ta’abbata Şerr” lakabıyla anılan Sabit, bir şiirinde kendisini şöyle tanıtır:
“Ne kadar istese de başına gelen zahmetten çok az şikâyet eder.
Çeşitli yollara teşebbüs ederek amacını yerine getirir.
Güneşin sıcağında bir çölden, yıldız ışığında bir başkasından geçer.
Vahşi eşek kadar yalnız, öğlen ve gece çıplak sırtlı Tehlike’ye biner.”
Bu gibi rivayetler, İslam öncesi Arapların barbarca erdemlerinin bir özetini vermektedir. Ana akım tarihçilerin “Cahiliye” terimiyle damgaladıkları Arap toplumunun pagan ideallerinin toplamı “mürüvvet” olarak adlandırılır. Yazılı yasaların ya da dini yaptırımların yokluğunda, onur kavramına güçlü bir vurgu yapan bu idealler, sözlü olarak aktarılan şiirlerle hem ilan edilmiş hem de kaydedilmiştir.
Arapça “er kişi” anlamındaki el-mer’u sözcüğünden türetilen el-murûa (mürüvvet), asil davranışları “erkeklik” (virility) kavramıyla birleştiren Latince “virtus” (erdem) sözcüğü ile eşanlamlıdır. Literatürde mürüvvet, bedevinin kendi şerefini artırdığını düşündüğü her türden tutum, davranış ve rolleri ifade eder. Ahde vefa, himaye, zorluklara katlanmak, acının intikamını almak, saldırıya misliyle mukabele etmek, kan davası hukukuna riayet etmek, cömertlik ve konukseverlik göstermek başlıca mürüvvet örnekleridir. Kan yoluyla geçtiğine inanılan mürüvvetin her kabile için kendine mahsus bir forma sahip olduğu varsayılır. Kabile, varlığını sürdürmek istiyorsa bu formu korumalıdır.
Kabile anayasası, yetkilerini asil kandan, asil karakterden, bilgelikten ve deneyimden alan şefler tarafından yönlendirilen bir demokrasidir. Bedevi bir şairin dediği gibi: “Şefi olmayan bir halk yakında çürür. Çadır sadece direklerle ayakta durmaz. Ama çiviler ve direkler bir kez birleştiğinde tasarlanmış olanı başarmış olur.” Bununla birlikte, kabile reisinin çevresine emir veya ceza verme yetkisi yoktur. Her insan kendi kendini yönetir ve başkalarının küstahlığını azarlamakta özgürdür: “Eğer bizim efendimizsen efendi olacaksın. Ama eğer gurura kapılacaksan, git ve gurur duy!” Peygamberin övdüğü şairlerden Hassan b. Sabit, Müslüman olmadan önceki bir şiirinde “Malı az olanı efendimiz olarak seçeceğiz; fakir de olsa mürüvveti ortaya çıkınca” derken Cahiliye’nin etik-moral mirasını savunmaktadır.
“Müşrik” bir bedevinin lügatinde sadakat, üstlerine değil kendi eşitlerine bağlılık anlamına gelir ve akrabalık fikriyle yakından ilişkilidir. Kabile üyelerini bireysel ve toplu olarak savunmak kutsal bir görevdir. Bedevi erkekler için onur, bir insanın iyi ve kötü günde kendi halkının yanında durması demektir. Akrabalar yardım istediğinde davanın esasına bakılmaksızın derhal yardıma koşulmalıdır: “Barış günlerinde dilediğini kardeş olarak al; ama bil ki savaş geldiğinde sadece akraban yakındır. Senin asıl dostun, yardım çağrına iyi niyetle cevap veren, kan döken kılıç ve mızraktır.”
Sözlük anlamı eril niteliklere gönderme yapmasına karşın kadınlar da mürüvvet terimiyle ifade edilen insani mükemmeliyete ortaktır. Cahiliye edebiyatında, erkeklerin kahramanlık ve cömertliği yanında kadınların keskin onur ve sadakat duyguları, zarif haysiyet, kıvrak zekâ ve tutkulu aşk örnekleri de önemli yer tutar. Bunlardan Fukayha’nın hikâyesi, sadakat ilkesinin işleyiş mantığı açısından öğreticidir:
Eşkıyalığı ile tanınan Sulayk b. Sulaka, Fukayha’nın kabilesi tarafından saldırıya uğradığında kaçıp onun çadırına sığındı. Fukayha abasını Sulayk’ın üzerine attı ve kılıcını çekerek onunla saldırganlar arasında durdu. Saldırganlar içeri girmek için bastırınca başındaki örtüyü yere attı ve yardım için bağırdı. Bunun üzerine erkek kardeşleri yetişti ve böylece Sulayk ölmekten kurtuldu. Mürüvvet, kendi hayatına mal olsa bile sığınma talebiyle çadırına giren kişiye karşı sadakati gerektiriyordu.
Ünlü şarkiyatçılardan Ignaz Goldziher, Peygamber’in tebliğ ettiği teolojik-etik program ile Arapların pagan dünya görüşü arasında varsaydığı “derin ve uzlaştırılamaz” karşıtlığı, din ve mürüvvet ayrımı üzerinden temellendirmeye çalışır. Bu ayrımda, din İslam’ı; mürüvvet ise Arapların erdemlerini temsil etmektedir. Peygamber ve ilk halifelerin dar bir zaman aralığındaki siyasal ve askeri başarılarına bakılırsa aradaki karşıtlığın Goldziher’in öngördüğü kadar derin olmadığı hatta bir “iç içe geçme deneyimi” yaşandığı söylenebilir. Nitekim bazı şarkiyatçılar (örn. Montgomery Watt ve M.M. Bravmann), İslam öncesi ile erken İslam toplumu arasında ve eski Arap idealleri ile Kur’an’da önerilen tektanrıcı çözüm arasında bir kesinti değil süreklilik görmüşlerdir.
Keza, Peygamber’in torunu Hasan’a atfedilen “mürüvveti olmayanın dini de yoktur” sözü, Cahiliye erdem ve etiğinin erken İslami dönemde de -kuşkusuz bir miktar dini karakter ilave edilmiş olarak- geçerli olduğunu ima etmektedir. Gerçekten mürüvvet ilkesi, İslam’ın yayılışında, Engels’in barbar Cermen istilasında Roma lehine teşhis ettiği diyalektik etkiye sahip görünmekteydi: “Can çekişen uygarlık yüzünden acı duyan bir dünyayı gençleştirmeye sadece barbarlar yeteneklidir.” Bu anlamda Araplar da Yakındoğu’nun Cermenleri olmuşlardı.
Bununla birlikte, erken dönemdeki iç içe geçme deneyiminin uzun ömürlü olmadığı doğrudur. Mürüvvet, Bichr Fares’in tespitiyle, İslam öncesi dönemde “hayatın maddi şartları” ile bağlantılı bir kavram iken tedricen Goldziher’in tanımladığı anlama doğru kaydı. Emevîlerde ısıtılan ve Abbasîlerde demlenip Gazali ve benzerleri tarafından müminlere servis edilen “din-devlet kardeşliği” modelinde, artık mürüvvetin bedevi formlarına yer yoktu. İçi boşaltılan kavram, zamanla “sabır, kanaat, fedakârlık, bağışlama, dünyayı hor görme” gibi soyut tasavvufî ilkeleri ifade eder oldu. Mürüvvetin aktif doğası, itaat ve sadakati eşitlere değil siyasi otoriteye tahsis eden edilgen karakterli bir öğretiye yerini bıraktı. İntikam ve misillemenin yerini orantısız güç; yoksullara ve yolculara açık sofraların yerini “Has Bağçede ‘Ayş-u Tarab” tarzı etkinlikler aldı.
El-Ezher din adamları komitesi tarafından dine küfretmekle suçlanmasının ardından Cemaat-i İslamî üyeleri tarafından katledilen (1992) Mısırlı yazar Ferec Fuda’nın aktardığı hikâye, bu yerini alma sürecinin dramatik bir örneğidir: İlk Abbasî halifesi, “el-Seffah” [çok kan dökücü] lakaplı Ebu’l-Abbas, Emevî soyundan 90’a yakın kişiyi hayat güvencesi vererek yemeğe davet eder. Ancak yemek servisinin ortasında davetlileri bir “sürpriz” beklemektedir.
“El-Seffah, başlarının demir sopalarla ezilmesini emretti. Beyinlerinin bazı bölgeleri parçalanırken vücutları henüz canlı kalıyordu. Hayat ve ölüm arasında can çekişiyorlardı. El-Seffah, hareket eden 90 cesedin ölüme doğru yaklaştığından emin olunca üstlerine halı, kilim ve oturulacak şeylerin serilmesini emretti. Sonra bu mefruşatın üstüne oturdu. Önüne yemek konmasını emretti. Cesetlerin kımıldanışları arasında ve kırbaçlar bir o cesede bir bu cesede inerken halife de bir bu tabaktan bir diğer tabaktan lokma atıştırıyordu […] Ortalık durulunca yemeği bıraktı. Hamd etmek için Allah’a yöneldi; duasını etti. Nöbetçilere teşekkür etti. Yakınlarını kutladı ve şöyle dedi: ‘Vallahi bundan hoş, bundan lezzetli ve bundan güzel yemek yemedim. Böyle bir yemeği bana nasip ettiği için Allah’a hamdolsun.’ Abartılı görenler olabilir ama bunlar el-Seffah’ın karakterine tamamıyla uygundur.”
Lokmaları can çekişenlerin inlemeleri arasında atıştırmak… El-Seffah böyle yaparak Cahiliye’nin mürüvvetini ayakları altına alıyor, kahır ve şiddeti sadakate üstün tutan yeni bir “hazmetme kapasitesi” inşa ediyordu. Geçmişte hilafet veya saltanat, günümüzde monarşi ya da cumhuriyet şeklinde örgütlenen Müslüman ülkelerin liderlerinin, çeşitlenen diyet uygulamalarına rağmen o günden beri el-Seffah’ınkinden daha uygun bir yol bulamamış olmaları anlamlıdır. Bunun için pek çok neden sayılabilirse de İslam’a geçen halkların yanlarında getirdikleri kadim irfan ve bilgi setinin dini değerler repertuarından dışlanması önemli bir etkendir. Bugün yaşasaydı Hatim’in kızını köle pazarında satmayı meşru sayan bir anlayışın en ılımlı görünen dini ekollere kadar nüfuz edebilmesi bu sayede mümkün olmuştur.
SONUÇ
Marx, “din eleştirisi bütün eleştirilerin ön koşuludur” derken muhtemelen bugünkü kadar haklı olmamıştı. Toplumsal acılara dair duyarlık ve farkındalık oluşturmak, egemen dinsel anlayışı eleştirmekle başlar, yüceltmekle değil. Siyonist kıyımının Batı başkentlerini bile sarstığı momentte, Gazze için dindar ağızlardan yükselen duaların cami duvarlarında sönümlenmesi bunun en güncel kanıtıdır. Bir taraftan gençler arasında deizm ve ateizmin yükselişinden yakınanların diğer taraftan bin yıl önce dolaşıma sokulmuş anlatı ve rivayetleri apaçık defolarına rağmen sahiplenip savunması bu kanıtın kanıtıdır. Müslümanlar, Âd ve Semûd ya da Sodom ve Gomore gibi “geçmiş ümmetlerden bir ümmet” olmak istemiyorlarsa önce yollarının üstündeki efsaneleri kaldırmalıdırlar. Tarihlerinin başına bir Asr-ı Saadet yerleştiren toplumlar, gelecek nesiller için sürdürülebilir modeller geliştiremezler.