‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, kültür tarihçisi Jacob Burckhardt’ın ‘İtalya’da Rönesans Kültürü’ başlıklı kitabının 19’uncu yüzyıl tarih yazımının en önemli eserlerinden biri olduğunu belirtiyor.
İsviçreli sanat ve kültür tarihçisi Jacob Burckhardt’ın İtalya’da Rönesans Kültürü başlıklı kitabı on dokuzuncu yüzyıl tarih yazımının en önemli ve en kalıcı eserlerinden biridir. Tezleri bütün diğer ufuk açıcı eserler gibi ilk yayınlandığı tarihten on yıllar, asırlar geçtikten sonra da ilgi ve tepki görmüş, tartışılmış ve eleştirilmiş; hiç bir dönemde kayıtsızlıkla karşılaşmamış, konusunda temel bir eser olma özelliğini korumuştur. Daha sonraki tarihçiler Rönesans konusunda Burckhardt’tan önemli ölçüde ayrılsalar da onunla hesaplaşmayı kaçınılmaz gördüler; onu aşmak için hayli çaba gösterdiler.
Burckhardt’ın kitabı bir anlamda Güney Avrupa’ya, özelde İtalya’ya bir saygı duruşudur. İtalya’yı sanatsal ve estetik zenginliklerin yatağı olarak görür. Orası modern bireyin doğduğu coğrafyadır. Bizlere İtalyanları ilk modern halk olarak sunar.
Burckhardt, Basel’de dünyaya geldi ve ömrünün büyük bir bölümünü Ren Nehri üzerindeki bu şehirde geçirdi. Henüz on iki yaşındayken annesini kaybetmesi onun hayata bakışını etkiledi; mutsuz ve karamsar bir çocuk olarak büyüdü. Babası Reform Kilisesi’ne bağlı bir papazdı. Burckhardt da eğitimine teolojiyle başladı, tarihle devam etti. Alman siyasi tarih yazımının büyük ustası Leopold von Ranke’den eğitim aldı. On dokuzuncu yüzyılda tarih yazımına yeni bir yaklaşım getiren Ranke, Berlin Üniversitesi’nde verdiği derslerle, yaptığı çalışmalar ve incelemelerle esasında bütün Alman Üniversitelerinde tarih bilimimi ve yazımını etkilemiş ve değiştirmişti. Ancak Burckhardt Ranke’nin bilgisini takdir etmekle birlikte onun Prusya-Alman milliyetçiliğinden düzen ve istikrar koruyucu bir güç olarak devleti öne çıkarmasından dolayı ona hep mesafeli kaldı. Baselli bilge “ en büyük ölçekte şiir”dir sözüyle tanımladığı tarihi romantik bir yaklaşımla ele alsa da ulusal devlet ideolojisinin üstünde bireye yaptığı vurgu dolayısıyla liberal bir bakışın temsilcisiydi. Bireyci bakış açısı kimi zaman onu kitleden kuşku duymaya, kitle hareketleri karşısında endişelenmeye değin götürdü.
Burckhardt’a göre ortaçağ Avrupa’nın uzun kış uykusuydu; Rönesans, bu kış uykusundan uyanışı ve modern Avrupa’nın doğuşunu ifade eder. Rönesans’da modern Avrupa’nın ruhu çiçek açmıştı. Modern çağın ve kültürün belirleyicisi olan bireyselleşme de Rönesans’da doğmuştu. Bir başka ifadeyle, Rönesans bireyin, bireyselliğin, öznelliğin çağıydı. Bu dönemde gerçekleşen en sarsıcı değişim buydu. Ortaçağda insan yanılsamalardan, çocuksu duygulardan “örülmüş bir örtünün altında yarı uyanık halde “ uzanmış yatarken Rönesans’da üzerindeki örtüyü kaldırmış, birey olarak ayağa kalkmış, karakterini geliştirmiş, kendini yenilemiş, kendini algılama tarzı radikal içimde değişmiştir. Örtü ilk kez İtalya’da kalkmıştır. İşte bu nedenle İtalyanlar ilk “modern insan”lardır. Ancak, Baselli bilge Rönesans’ın geçmişle bir bağlantısını da kurar. Rönesans’ın “ uzaktaki bir dünyanın harika bir yankısı” olduğunu belirtir. Bununla Antik Yunan uygarlığının bu dönemde yeniden canlandığını, klasik idealin uyandığını, Rönesans’a büyük katkıda bulunduğunu, ilham kaynağı olduğunu ifade etmek ister.
Rönesans öncesinde insan kendini bir topluluğa bağlı olarak görüyor; öznellikten yoksun olarak var oluyordu. Rönesans’ta insanın aile, cemaat gibi topluluklarla bağları, kilise ve devlet gibi kurumlara olan bağlılıkları gevşedi, giderek koptu, bağımsızlaştı. Geleneksel bağlardan kopmuş, özgüven kazanmış, hayatını kendi kararlarıyla yöneten ve düzenleyen bağımsız insan. Burckhardt bu dönemin insanda ruhsal bir büyüme ve gelişme yarattığını belirtir. Ruhsal varlığa dönüşen, bireyselliği en yüksek derecede gelişen Rönesans insanı kendini sanatta ifade etmiştir.
Rönesans insanı ortaçağ insanlarının, atalarının aksine benzersiz olmak, her alanda farklı olmak istiyordu. Statü olarak, düşünce olarak, görünüş olarak farklı... Rönesans farklılıklar çağıydı. Bu konuda Stephen Greenblatt’ın tezleri Burckhardt’ın düşüncelerini tamamlayıcı niteliktedir.
Yeni tarihselcilik akımının kurucusu, Shakespeare üzerine çalışmalarıyla tanınan, Shakespeare’in tragedyalarını biyografik belgeler olarak okuyarak onun zihinsel dünyasını yeniden inşa eden Stephen Greenblatt ilk kez 1980’de yayınlanan Renaissance Self-Fashioning başlıklı kitabında bir bakıma Burckhardt’ın tezlerinin ilgi çekici ve etkileyici bir uzantısını sunar. Rönesans çağında Avrupalı kimliğinin nasıl oluştuğunu ve temsil edildiğini incelediği bu çalışmanın ağırlık noktası İngiltere’dir. On altıncı yüzyıl İngiltere’sinde bireylerin otoriteyle, devlet ve kiliseyle nasıl etkileşme girdiğini, bu kurumların empoze ettiği kimliklere nasıl tepki verdiğini gösterir. Tezlerini “kendini şekillendirme “ ( self- fashioning ) terimi temelinde ve dönemin önde gelen yazarlarını okuyarak geliştirir. Greenblatt’a göre de Rönesans’da insan kilise ve devlet gibi kurumlarla bağlarından özgürleşerek, bu kurumlara ve onların otoritesine karşı gelerek, iktidar yapılarıyla ilişkisini gözden geçirerek kendini şekillendirmiş, tanımlamış, otoriteye tabi olmayan yepyeni bir kimlik edinmiştir.
Greenblatt, Thomas More gibi Rönesans hümanistlerini, Shakespeare ve Christopher Marlowe gibi Elizabeth dönemi oyun yazarlarını ele alarak edebi metinlerin farklı bir okumasını da sunar, böylelikle edebiyat teorisine de katkıda bulunur. Greenblatt’a göre yazma eylemi esasında başlı başına bir kimlik inşasıdır ve adı geçen yazarlar kimliklerini otoriteye muhalefet ederek inşa etmişlerdir.
Rönesans İtalya’sında bireyin doğması, benlik duygusu kazanması ve öne çıkması kamusal hayatın bulunmadığı anlamına gelmiyor. O soyutlanmış bir varoluş yaşamıyordu; tam aksine, zengin toplumsal ilişkilerin ve kamusal hayatın içindeydi. İtalyan şehir devletlerinde katılıma dayalı canlı bir siyasal hayat, gelişmiş bir siyaset kültürü söz konusuydu. Rönesans’ın doğurduğu bireyler bu anlamda yüksek düzeyde siyasi bilinç sahibi insanlardı.
Ancak hatırlatmak gerekiyor: Bilime, bilgilenmeye önem veren, sanata tutkun Rönesans insanının bir başka yüzü, olumsuz bir yönü de vardı. Hesapçıydı, çıkarları için her aracı pervasızca kullanabiliyordu. Modern insana özgü tüm olumsuzlukların da taşıyıcısıydı. Burckhardt onun bu öteki yüzüne de değinir. Rönesans felsefede, hümanist düşüncede, bilimde, sanatta büyük atılımların, sanatçıların çağıydı; ama aynı zamanda Sezar Borgia gibi acımasız soyluların, gaddar ve hırslı aristokrat ailelerin, zalimlerin, büyük suçluların da çağıydı. Beğeni düzeyi incelmiş bireylerin yan ısıra suç işlemeye yatkın insanların da dönemiydi.
On dördüncü yüzyılda İtalya’nın özel siyasal koşulları altında hem tiranlık hem cumhuriyet biçiminde çok sayıda küçük siyasi birimler, şehir devletleri varlıklarını sürdürüyorlardı. Burckhardt tıpkı sanat eseri gibi bu devletlerin de bilinçli bir yaratım olduğunu ileri sürer. Derin düşünmenin, tefekkürün meyvesiydiler; bu özelliklerinden dolayı da birer sanat eseriydiler. Sanatın her alanda geliştiği, her alana damgasını vurduğu Rönesans’da devlet de bir sanat eseri olarak tahayyül ve inşa edilmişti. Avrupalı modern devlet anlayışı ilk kez bu siyasi kuruluş ve örgütlenmelerde, İtalyan şehir devletlerinde hayat bulmuştur.
Burckhardt’ın Rönesans İtalya’sının başlıca politik düşünürü olarak gördüğü Machiavelli öncelikle siyasetin, ahlak ve dinin dayandığı esaslardan farklı esaslara dayandığını belirterek siyaseti özerkleştirmiş, devleti bu anlamda özerk bir siyasi yapı olarak tahayyül etmiştir. Ernst Bloch’un da belirttiği gibi esasında Prens monarşist eğilimli düşünceler içeriyordu ve Floransa’da iktidarı eline alan Mediciler ailesine adanmıştı. Ernst Bloch, Floransalı düşünürde İtalya’nın ulusal birliğinin sağlanmasının adeta bir saplantı haline geldiğini, birliği sağlayacak bir yönetimi sanat eseri gibi olgunlukla tasarladığını belirtir : “Kaba güç politikasının klavyesi üzerinden çalmak, ama yine de güzel bir müzik parçası üretmek, işte Machiavelli politikayı böyle anlıyordu” ( 2010: 133). .Burckhardt da onun kuşkuyu ve sorgulamayı övdüğünü, “harika bir içgörü parıltısına “ sahip olduğunu, içgörü ve hayal gücünü birleştirerek devlet yönetimi hakkında derin ve kapsamlı düşündüğünü, bu bileşimden “ bir sanat eseri olarak devlet”in doğduğunu vurgular. Kısacası İtalyan şehir devletlerinin sanat eseri olarak örgütlenmesinde onun inkâr edilmez payı vardır. Dolayısıyla o sadece bir siyaset kuramcısı değil, aynı zamanda bir sanatçıydı.
Nietzsche 1869’dan itibaren Basel’de on yıl kadar klasik filoloji dersleri vermişti. O dönemde Basel modernleşme sürecinin henüz başındaydı; bir ortaçağ şehrinin izlerini taşıyordu. Nietzsche, Basel’de kaldığı müddetçe Burckhardt’ın derslerini izlemiş, sohbetlerine katılmış, bunlar onun üzerinde kalıcı etki yaratmıştı. “ Benim saygıdeğer dosttum” sözleriyle andığı Burckhardt’ı bir eğitimci olarak sahip olduğu yüksek meziyetler dolayısıyla Almanca konuşulan dünyanın en seçkin eğitimcisi olarak övüyordu. Nietzsche’nin “üstinsan”ının Baselli bilgenin Rönesans insanından izler taşıdığı bile söylenebilir. Kararlılık, güçlü irade, kendi eylemlerini yargılama cesaretine ve güvenine sahip olmak , “ “yaşama evet “ demek, yaşamı onaylamak “üstinsan”ın ve Rönesans insanının ortak yönleridir.
Kaynaklar:
Bloch, Ernst, (2010), Rönesans Felsefesi üzerine, çev. H.Portakal, Cem Yayınları
Burckhardt, Jacob, (2020), İtalya’da Rönesans Kültürü, çev. B.S.Baykal, Panama Yayıncılık
Greenbatt, Stephen (1980), Renaissance Self-Fashioning,University of Chicago