Avukat Abbas Bilgili, Batı’da sanayi devrimi ile ortaya çıkan ücretli işçiliğin dünden bugüne uzanan süreçteki karakteristik özelliğinin değişmediğine vurgu yapıyor.
Alman şiirinin tanınmış ismi Bertolt Brecht, Okumuş Bir İşçi Soruyor başlıklı şiirinde Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı / Ama pişiren kimler zafer aşını? diye sorar. Esasen bu şiir bir çok başarının arkasında işçilerin olduğunu tarihten örnekler vererek insanlığın gözü önüne sermeye çalışırken işçinin adı yok demeye getirir. Gerçekten de Çin Seddi ya da Mısır Piramitlerindeki olağanüstülük anlatılırken bu yapıtların meydana getirilmesindeki emeğin sahibi işçiler (ya da köleler) adı anılmayan kahramanlardır. Elbette düşünen mühendislik kafasının tasarımı yadsınamaz, ama emek gücü olmasaydı gerçekleşme ihtimali ne kadardı diye sorulacak bir sorudaki haklılık payı da gözardı edilemez.
Beni bu düşüncelere sevk eden, son zamanlarda yayınlanan bir iş hukuku kitabıdır. Hukuk Fakültelerinde okutulan klasik ders kitapları gözümün önüne geldi. Birbirinden değerli hocalarımızın klasik iş hukuku ders kitaplarının önemli işlev gördüğü bir hakikat. Literatüre olan katkıları unutulmaz. Akademik ve pedagojik bakış açısıyla kaleme alınmış bu eserlere alternatif diyebileceğimiz yeni eserin adı “Bireysel İş İlişkileri Açısından Türkiye İşçi Hukuku”, yazarı ise meslektaşımız arkadaşımız Avukat Dr. Murat Özveri. İki ciltten oluşan 1910 sayfalık anıtsal bir eser.
***
Bu kitap bana Kafka’nın cümlelerini hatırlattı. Kafka, arkadaşına yazdığı mektupta diyor ki; “Kanımca, yalnızca insanı ısıran ve iğneleyen kitaplar okunmalı okunacaksa. Eğer okuduğumuz kitap, kafamıza vuracağı bir yumrukla bizi sarsmazsa, neden oturup okuyalım o kitabı? (…) Kitap dediğin, bir balta olmalıdır, içimizdeki donmuş denizi kırmaya yarayan.” Özveri’nin kitabı da daha kapağını açmadan, ismiyle “içimizdeki donmuş denizi kırmaya” aday bir baltayı andırıyor. Zira alışılagelmiş “iş hukuku” kavramını değil “işçi hukuku” kavramını kullanıyor. Binlerce hukukçunun yıllardır ve sürekli kullandığı “iş hukuku” kavramına işçiler adına yükseltilmiş bir itiraz olduğunu daha kitabın kapağından öğrenmiş oluyoruz.
Esasen yerleşik kavramın “iş hukuku” olduğunu biliyoruz, nitekim kitabın yazarı da bu yerleşik kavramı sıklıkla kullanıyor, ama kitabın adına “işçi hukuku” kavramını yerleştirerek dikkat çekmek istediği hususa vurgu yapıyor. Yazarın bu tercihi üzerinde durmak gerekir.
Kitabın tamamında işçinin hakkını merkeze alan vicdanî bir anlayışın söz konusu olduğu belli olmakla birlikte, ilk 224 sayfalık kısımda çalışma ilişkilerinin batıda ve bizdeki tarihçesine yer verilirken, “iş hukuku” denilen olgunun aslında “işçinin hukuku” olduğu anlatılmaya çalışılmış.
***
Batıdaki çalışma ilişkileri tarihine herhangi bir siyasal ya da ekonomik düşünceler tarihi kitabından bakıldığında 18 ve 19. Yüzyıllardaki “vahşi kapitalizm” denilen süreci açıkça görürüz. Ama o dönemi Victor Hugo, Charles Dickens, Emile Zola romanlarında daha canlı ve daha hayatın içinden görürüz. Zola’nın Emek ya da Germinal’i dünde kalmış gibi düşünülebilir. Charles Dickens İki Şehrin Hikayesi’ndeki başlangıç cümlelerinde “vahşi kapitalizm” denilen dönemi ilginç cümlelerle anlatırken, İngiltere ve Fransa için “Her iki ülkede de halkın açlığı pahasına karnı doyan soyluların her şeyin ilelebet böyle güllük gülistanlık devam edeceğine dair bir inancı vardı” diyor. Aslında bir devamlılık yok mu? Germinal’daki maden işçilerinin çalışma koşulları bugün halen zehirli toprağın altında çıkarılmayı bekleyen Erzincan’daki 9 maden işçisini hatırlatmıyor mu? Birebir aynı olmayabilir ama işçinin çalışma koşullarındaki olumsuzluğun yol açtığı mağduriyetler ve alınmayan iş güvenliği önlemleri işin özünün aynı olduğunu göstermiyor mu?
***
Murat Özveri vicdanlı bir birey ve yetkin bir iş hukukçusu olarak kitabın ilk 224 sayfasında iş hukukunun işçiyi koruma amacından doğduğunu, işçiyi korurken de “vahşiliğini” törpüleyip “ehlileştirdiği” kapitalizmin devamını sağladığını belirtiyor. İşçiyi koruma amacından doğan bir hukuk dalının adının da “işçi hukuku” olması gerektiğini özellikle vurguluyor. Kapsamlı kaynakçasında Marks, Engels, İbn Haldun, Lafargue, Server Tanilli gibi düşünce tarihinde yeri olan isimlere de yer vererek hayli zenginleştirilmiş metinde “işçinin hukuku” penceresinden ciddi bir bakış sergiliyor.
Batıda sanayi devrimi ile ortaya çıkan ücretli işçiliğin dünden bugüne uzanan süreçteki karakteristik özelliği değişmemiştir. Bu özellik, iş sözleşmesi denilen ilişkinin iki tarafını oluşturan işçi ile işverenin eşit olmadığıdır. Bu eşitsizlikte tarafların “sözleşme özgürlüğü”nden bahsedilemez. Başlangıçta sözleşme özgürlüğü çerçevesinde işleyen çalışma ilişkilerinde işçinin durumu kelimenin tam anlamıyla bir emek sömürüsü biçiminde kendini göstermiştir. İşçilerin durumu tam bir sefalet manzarası arz ederken, kadın ve çocuk işçilerin durumu daha da vahimdi. Eşit olmayanlar arasındaki sözleşme özgürlüğü (!) durumu kurtaramayınca iş hukuku vasıtasıyla bu özgürlüğe “müdahale” edilmesi gereği duyulmuş ve işçiyi koruma amacı hatırlanmıştır.
***
Batıdaki süreç bizde de özellikle devlet eksenli olarak ilerlemiştir. İşçilerin durumunu İktisat Vekili (Bakanı) Celal Bey’in (Bayar) 1921 yılında Zonguldak’taki maden işçileriyle ilgili bir kanunun mecliste görüşülmesi esnasında anlatırken ilginç şeyler söylediğini görüyoruz. Celal Bey’in anlattığına göre “madenlerde işçiler kırbaçla angarya yapmaya zorlanmakta, üzerlerinde şiddetle baskı uygulanmakta, sadece maden işçileri değil diğer işçilere de benzer şeyler uygulanmakta, işçilerin hepsi çıplak ve açtır, seksen kuruşluk günlük ücretin kırk kuruşu ekmek bedeli olarak kesilmekte”dir. Bu hususları vurgulayan Celal Bey’in “Bolşeviklik” (Komünizm) ile suçlandığını da Özveri’nin kitabından öğreniyoruz (Cilt I, sh. 80). Millî Koruma Kanunu ve mükellefiyet uygulamaları da bizdeki çalışma ilişkilerinin ilginç ve acı sayfalarını oluşturur.
İlk İş Kanunumuz olan 3008 sayılı Kanun 1936’da yürürlüğe girmiş ve bizdeki ilk iş hukuku yayını da bir anayasa hukukçusu olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e aittir. Esasen iş hukuku bağımsız bir alan olmadan önce diğer alanlardaki hukuk hocaları tarafından, özellikle de yakın alan olan Borçlar Hukuku hocaları tarafından geliştirilmiştir. 1936’da 3008 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girmeden önce konu hakkında mecliste bir konferans veren Ali Fuat Başgil anılan kanundan bahsederek giriş yaptığı konferansta “Bu Layihâ kanun haline gelince, memleketimizde yeni bir iş ve sanayi nizamı kurulacak; işçi ve iş sahibi münasebetleri, iş ve ücret şartları, işçilerin sosyal himayesi gibi meseleler yeni bir takım esaslara bağlanacak ve bu suretle ortaya yepyeni bir “İşçi Hukuku” çıkacaktır” diyor. 1 Görüldüğü üzere merhum Başgil de “işçi hukuku” kavramını kullanmıştır. Bizdeki ilk iş hukuku yayını olan bu metin 1936 yılında “Türk İşçi Hukukuna Giriş” adı altında kitap olarak çıkmıştır. Bu metinde Başgil defalarca “işçi hukuku” kavramını kullanmakta ve Borçlar Kanunu’nun işçiyi yeterince korumadığını da belirterek, işçilerin özel olarak korunması gerektiğini vurgulamaktadır.
***
Benzer görüşler daha sonraki yayınlarda da dile getirilmiştir. Türkiye’de iş hukukunun öncülerinden Ferit Hakkı Saymen 1954 baskılı Türk İş Hukuku isimli ders kitabında amacının “klasik, liberal ve ferdiyetçi zihniyet ile yetişmiş, yetiştirilmiş ve yetiştirilmekte olan hukuk erbabına modern hukukun yeni veçhesini teşkil eden sosyal adalet fikrinin bu sahadaki tezahür ve tecellisini mehmâ-emkân (mümkün mertebe-AB) göstermek” olduğunu belirtiyor.2 Yazarın üzerinde durduğu “sosyal adalet” vurgusunun işçi hakkı olduğunda kuşku olmaması gerekir. Bir başka iş hukuku hocası Ünal Narmanlıoğlu da “Gerçekten İş Hukukunun emredici niteliği prensip olarak sadece işçilerin korunmasına yönelmiştir” diyor.3 İş hukukunun önemli isimlerinden biri rahmetli Nuri Çelik de yıllardır Hukuk Fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan eserinde “İş Hukuku herşeyden önce “işçilerin özel hukuku” olarak anlaşılmalıdır” demektedir.4 Bu açıklamalardan sonra Murat Özveri’nin kitabına “Bireysel İş Hukuku Açısından Türkiye İşçi Hukuku” adını vermiş olmasının sebebi anlaşılmaktadır.
Kitabın ana gövdesini oluşturan bireysel iş hukukuna ilişkin konular, kavramlar, uygulamalar ve mahkeme kararları işçinin korunması açısından anlatılıp yorumlanmıştır. İşçinin işveren karşısındaki zayıf konumundan dolayı sözleşme özgürlüğünün insafına bırakılmayan işçi, başta İş Kanunu olmak üzere çalışma mevzuatındaki çok sayıda mutlak ve nispî emredici kurallarla korumaya alınmış ve bu sebeple de yasa koyucu sözleşmeye müdahale etme ihtiyacı duymuştur. Örneğin işçinin haftalık çalışması 45 saat ile sınırlanmış, asgari ücretin altında ücret uygulaması yasaklanmıştır. Buna benzer çok sayıda emredici düzenleme mevcuttur.
***
Belirtelim ki, son zamanlarda (01.01.2018) uygulamaya konulan arabuluculuk uygulaması ile iş hukukundaki işçinin korunması ilkesi bertaraf edilmiş görünmektedir. Kitabın sonunda (sh. 1858-1877) “İş Davalarında Zorunlu Arabuluculuk” konusu incelenirken zorunlu arabuluculuğun iş hukukunun bünyesine uygun olmadığı vurgulanmış ve “yasayı çiğnemeden arabuluculuk yapılamaz” sonucuna ulaşılmıştır. Dr. Murat Özveri çok deneyimli, yetkin bir iş hukukçusudur ve ulaştığı bu sonuç işçiler adına atılmış bir çığlıktır. Hakikaten arabuluculuk iş hukukundaki işçiyi koruyan tüm nispî ve mutlak emredici hükümleri bertaraf etmiştir. Davaların uzun süreceği manevi baskısı altında işçiler arabuluculuk tutanaklarını imzalamak zorunda kalmakta ve bu imza atıldıktan sonra da işçinin dava açma imkânı ortadan kalkmaktadır. Bu yasanın işverenlerin isteği ile yürürlüğe sokulduğu da bir sır değildir. Nitekim iş uyuşmazlıklarının zorunlu arabuluculuğa tabi olduğu 2018’de TOBB Başkanlığına beşinci kez seçilen sayın Rıfat Hisarcıklıoğlu o zaman yaptığı konuşmada “Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda, işveren yüzde 99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık”5diyerek açık bir itirafta bulunmuştu. Bu açıklamanın oldukça düşündürücü olduğunun altını çizmek isteriz.
***
Murat’ın kitabında sadece yasada “dava şartı” denilen zorunlu arabuluculuğa değinilmiş olup, “ihtiyari arabuluculuk” uygulamasına yer verilmemiştir. Ne yazık ki ihtiyari arabuluculuk da sanki taraflar eşitmiş gibi 19. Yüzyılın emek sömürüsüne benzer biçimde uygulaması devam eden bir tiyatrodan ibarettir. Yapılan ihtiyari arabuluculukların tamamının yasaya uygun olmadığı kanaatindeyiz. Taraflar eşit değildir ama eşitmiş gibi uygulama yapılmaktadır. Arabuluculukta işçinin işveren karşısındaki özgürlüğü, Üstad Cemil Meriç’in ifadesiyle özgür bir kümeste, özgür bir tavukla özgür bir tilkinin özgürlüğüdür.6 Sonuç olarak Murat Özveri, yoğun çalışma temposu içine böyle anıtsal bir eseri sığdırdığı için kutlamayı hak ediyor. Murat, soyadı gibi özverilidir. Kitabın gelirini, genç yaşta kanserden kaybettiği kızı Ceren adına kurduğu Cerenler Vakfı’na bırakarak muhtaç öğrencilere burs sağladığını da biliyoruz. Serbest avukatlık, sendika avukatlığı, köşe yazarlığı, semineler, Çalışma ve Toplum Dergisi’nin editörlüğü onun bütün vaktini almakla birlikte, şimdi de Toplu İş Hukuku konusunda çalışma yaptığını duyunca şaşırmadık. Daha önce doktora teziyle Prof. Dr. Cahit Talas Sosyal Politika Ödülü’ne de layık görülen arkadaşımızın insan üstü gayretine gıpta etmemek mümkün değil. Onu hep iş hukuku sempozyumlarında sesi gür çıkan bir işçi dostu, kırsalda köpeklerle, atlarla koşan bir münzevi, John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga isimli romanının sayfalarından fırlayarak işçileri korumaya doğru koşan bir roman kahramanı olarak değerlendirmek isabetli olur.
1- Ali Fuat Başgil, Türk İşçi Hukukuna Giriş, Adliye Ceridesi Basımevi, 1936 Ankara
2- Ferit H. Saymen, Türk İş Hukuku, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul 1954, s. 7
3- Ünal Narmanlıoğlu, İş Hukuku Ferdi İş İlişkileri I, 3. Baskı, İzmir 1998, s.13
4- Nuri Çelik, İş Hukuku Dersleri, 9. Baskı, Beta Yayınevi, İstanbul 1988, s. 2
6- Cemil Meriç, Mağaradakiler, 28. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, sh. 227