Ortadoğu Araştırmacısı Mehmet Akif Koç, “İran bu tür saldırılara karşılığı, zevahiri kurtarmak için zayıf bir drone/roket gösterisi ama arka planda güçlü bir ‘safları sıklaştırma’ hamlesiyle veriyor” değerlendirmesinde bulunuyor.
İstanbul’dan bir sahne: Putin’den “duvardaki silah” metaforu…
3 Aralık 2012 tarihinde, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin İstanbul’u ziyaret etmiş, Türkiye ile Rusya arasında 2010’da tesis edilen Üst Düzeyli İşbirliği Konseyi’nin (ÜDİK) üçüncü toplantısına katılmıştı. O zamanlar Suriye krizi henüz yeni yeni başlıyor, Türkiye, ABD ve Körfez’deki Arap ülkelerinin desteklediği geniş kitleler Devlet Başkanı Beşşar Esad’a karşı silahlı bir başkaldırı içine girmiş bulunuyordu. Rusya ve İran açıkça Şam’ın yanındaydı, Putin o gün her ne kadar İstanbul’a ikili bir ziyaret için gelmişse de görüşmelerin ana ekseni Suriye’deki karışıklıklardı. Ankara o günlerde, Moskova ve Tahran’ı, Esad’ın gitmesi gerektiğine ikna edebileceğini düşünüyordu henüz.
Rusya’nın, Suriye’deki yakın müttefiki Esad’ın koltuğundan düşmemesi için doğrudan askeri müdahalede bulunacağı Eylül 2015’e de, Türkiye’nin kendisi sınırında bu askeri müdahaleye katılan bir Rus jetini düşürüp ikili ilişkilerin krize girdiği Kasım 2015’e de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu krizden dolayı resmen özür dilediği Haziran 2016’ya da henüz daha uzun bir vakit vardı.
Putin, heyetler arası ve başbaşa görüşmelerin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile çıktıkları basın mensuplarının karşısında soruları cevaplarken, şimdi dönüp geriye bakınca gayet ilginç görünen bir soruya muhatap olmuştu bir Türk gazeteciden: “Suriye’ye yaptırım uygulanmasına karşı çıktınız, Türkiye’nin sınırına Patriot hava savunma sistemleri konuşlandırılmasına da karşı çıktınız. Peki ya Suriye Türkiye’ye nükleer silahlarla saldırırsa ne olacak, bunun garantisi var mı?”
Bu soruya Putin istihzayla karışık gülümsemiş, “Ciddi misiniz? Suriye’nin nükleer silahları mı varmış? Sanırım bir çeviri hatası var” cevabını vermişti. Ancak bunun devamında büyük Rus öykü ve oyun yazarı Anton Çehov’a atıfla verdiği yanıt, bilahare Realist uluslararası ilişkiler literatürüne geçecekti: “Biz itidal çağrısında bulunuyoruz, çünkü sınır bölgesinde bu tür ilave seçenekler yaratmak durumu iyileştirmeyecek ya da oradaki gerilimi hafifletmeyecek, sorunu sadece daha da kötüleştirecektir. Zira ‘Çehov’un silahı’ ilkesini bilirsiniz. Bir oyunun ilk perdesinde sahnede dolu bir silah görürseniz, daha sonraki perdede o silah illaki patlayacaktır.”
Ortadoğu’da duvara asılan silahlar
Bu metaforu ilk duyduğumda Moskova’da görevdeydim, bir yandan Putin’in bu kritik ziyaretinin yansımalarını izliyor, bir yandan da Suriye ve Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmeleri takip ediyordum. Tahran’dan Moskova’ya geleli henüz birkaç ay olmuştu; İran’ın Suriye’de sahaya nasıl müdahale ettiğini, her gün gizli veya aşikâr uçaklar dolusu subay ve lojistik görevlinin Suriye’de “aşırılıkçı terörle mücadele ve Şam’daki Seyyide Zeyneb türbesini Yezidlere terk etmeme” misyonu çerçevesinde İran’dan Suriye sahasına taşınma operasyonunu Tahran’da gözlemlemiştim.
Sonraki yıllarda İran’ı da Suriye’yi de İsrail’i de Lübnan’ı da içine alacak ve Ortadoğu’yu birbirine katacak o inanılmaz kaosun ayak sesleri adım adım yaklaşıyordu. O günlerde Türkiye’deki tozpembe hayal erbabı, “Mısır Devrimi, Tunus Devrimi, sıra Suriye Devrimi’nde, sonra kimbilir İran…” şeklinde ham düşler görüyordu. Ancak Tahran’ın 1980-88 İran-Irak Savaşı’ndan beri Suriye ile kurduğu stratejik ilişkilerin iki taraf açısından da vazgeçilmez niteliğinin, İran’ın varoluşsal güvenlik tehdidi olarak gördüğü İsrail karşısında Filistinli örgütlere ve Hizbullah’a verdiği hayati desteğin devam ve temadisinde Suriye’nin üstlendiği rolün, Türk kamuoyu da siyasa yapıcılar da –en diplomatik tabiriyle- ehemmiyetini yeterince takdir edebilmiş değildi.
Putin’in Türkiye ve ABD’yi sınıra füze savunma sistemi yerleştirmeme konusunda herkesin önünde uyardığı günlerde, diğer taraftan İran ve onun 1980’lerin başından beri gözünün nuru gibi kurup, koruyup büyüttüğü Hizbullah, Çehov’un silahını –hatta silahlarını, topunu füzesini cephaneliğini- Suriye sahnesinde duvara asıyordu.
Bu esnada Körfez’de bugün Şam’la normalleşme yarışı içine giren irili ufaklı Arap monarşileri de bir başka Çehov silahı’nı Suriye sahnesinde duvara asmakla meşguldü. Ve tüm bu kaosun ortasında, Suriye sahnesinin hemen yanıbaşında İsrail, üç cephede birden duvara silah asmakla meşguldü:
a) Filistin (Batı Şeria ve özellikle Gazze’de Hamas ve İslamî Cihad karşısında)
b) Lübnan (özellikle Güney Lübnan’da Hizbullah karşısında)
c) Suriye (Golan Tepeleri başta olmak üzere stratejik bölgelerde ve İran, Esad yönetimi ve Hizbullah hedeflerini sıklıkla bombalayarak).
Politik analiz yaparken “temenni dozunu” fazlaya kaçırmamak: Müsamere mi?
İsrail’in, Washington’ın milyar dolarlık destek paketleriyle takviye edilen bu askeri yatırımlarının ve bir “büyük kaosa” hazırlık yapmasının hedefinde, daha önce ABD himayesinde barıştığı Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, BAE gibi Arap “cumhuriyet”leri ve monarşileri yoktu. Asıl hasım ve büyük karşılaşmaya hazırlık yapılan varoluşsal düşman, 1979 Devrimi’nden beri neredeyse yarım asırdır bu tür bir nihai karşılaşmaya politik, askeri, ekonomik, istihbari ve ideolojik olarak hazırlanan İran ve müttefiki oluşumlardı.
Bu noktada, sıkça sorulan ve üzerinde spekülasyon yapılan bir konuda, yeri geldiği için fikrimi açıkça ifade etmek isterim. “İran ile İsrail’in ‘düşman kardeşler’ olduğu, perde önünde kavga edip perde gerisinde anlaştığı, günün sonunda ikisinin de ABD’yle ittifak halinde Ortadoğu’da Türkiye ve Arapları geriletmek için hareket ettiği, ABD’nin Irak ve Suriye’yi İran’a ‘peşkeş çektiği’, İsrail ile İran’ın ‘danışıklı dövüş’ içinde olduğu” vb tarzdaki yorumları doğrusu cevap vermeye değmeyecek ham cahillikler olarak görüyorum.
Bu tür yorumların sahadaki gelişmeleri takip edemeyen, çok taraflı geniş bilgi akışının çok küçük bir kısmına muttali olan, körün fili tarifi misali yüzlerce parçalı bir yapbozun birkaç parçasıyla bütünü görme çabasındaki, komplo teorilerine meyyal zihinlerin; bildiklerini çarpıtarak, bilmedikleri yeri meşrebince yorumlayarak ve kafasındaki ideolojik kurgunun resmin bütününü yansıttığını zannederek yaptıkları temelsiz ve bilgisiz çıkarımlar olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır.
Bu tür çıkarımlarda, akademik olarak da neden-sonuç ilişkisi içinde hadiseleri değerlendirme ve illiyet bağı kurarak yorum geliştirme zorunluğunun ihmal edildiğini gözlemliyorum. Ortaya çıkan neticelerle, bu neticeye etki eden parametreler objektif ve önyargısız olarak değerlendirmeye tabi tutulmazsa, yukarıda bahsettiğim ham hayaller ve çiğ düşler artarak devam edecektir. Örneğin basit birer misal olarak; “ABD 2003’te Irak’ı işgal ettikten sonra Bağdat’ta İsrail’e düşman Saddam Hüseyin ve Sünni Arap Baas yönetimi devirip ülkeyi İran’a teslim etti” önermesi bu basit komplocu zihnin bir yansıması. Keza bir zamanların “Hamas’ı İsrail kurup yönetti ve Hamas ile İsrail danışıklı dövüş içerisinde Filistin’in Yahudileşmesine hizmet ediyorlar” önermesi de bu çerçevede değerlendirilebilir.
Hâlbuki sahayı bilenler ve gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisi içinde objektif şekilde tahlil edebilenler; ABD’nin Irak’ı yönetecek stratejik akıldan ve bütünlüklü bir programdan yoksun olduğunu, sahadaki sosyolojinin de zaten buna büyük oranda karşı çıktığını ve ABD’nin Irak’tan devasa ekonomik faturası ve yeni bir düzen kuramaması sebebiyle çekilmek zorunda kaldığını kolaylıkla anlar. Bu şekilde sahada doğan zorunlu boşluğun 1970’lerin sonundan beri Irak’taki Şiilere yatırım yapan, 1980-88 Savaşı boyunca bu networklerle ilişkilerini geliştiren, 2003 işgali sonrasında da ABD karşıtı Şii-Sünni silahlı direnişi organize eden, Kürtlerle ve Türkmenlerle de tarihsel olarak derin politik ve kültürel bağlara sahip olan İran’ın; yaklaşık 2/3’ü Şiilerden oluşan Irak’ta yapılacak bir seçimde kendine yakın Şii oluşumları iktidara taşımasının bu şartlarda zor olmadığını kolayca görebilir. Bu sonuç, ABD’nin İran’la anlaşarak Irak’ı altın tepside Tahran’a ikram ettiğini göstermez; bilakis İran’ın, karşısına çıkan fırsatları değerlendirerek, sahadaki Şiileri, Kürtleri ve Türkmenleri iyi organize ederek ve buna onyıllardır yatırım yaparak zaten bu neticeyi elde etmeyi beklediğini gösterir.
Benzer şekilde İsrail’in yıllarca Filistin davasının lokomotifi olan el-Fetih ve Arafat’ı zayıflatmak için 1990’ların başında Hamas’ın kurulup gelişmesine yoğun şekilde müdahale etmediğini, İntifada sürecinde 1980’lerin sonunda doğan Hamas’ın uluslararası meşruiyete kavuşan ve Beyaz Saray’da ağırlanıp 1993 Oslo Antlaşmaları’na imza koyan Arafat karşısında zemin kazanmasının özellikle engellenmediğini anlamak çok zor değil. Netanyahu’nun ilk döneminde bu öne çıkma sürecine özellikle müdahil olunmadığını, ancak Hamas güçlenmeye ve el-Fetih’in de önünde Filistinliler için öncelikli adres olmaya başladıkça, liderlerinin bir bir hedef alınarak öldürülmeye başlandığını da objektif bakabilenler görür. Ancak burada büyük resmin tek bir enstantanesine odaklanıp, filin kuyruğunu yakalayan âmâ kişinin fili o kuyruk üzerinden tarif etmesi ne kadar yanlışsa, “İsrail Hamas’ı kurup büyüttü” demek de o kadar mantıkdışı ve sebep-sonuç ilişkisinden yoksundur.
İran ve İsrail “danışıklı dövüş” içinde mi? Neden açık savaşa girmiyorlar?
Yapbozun birkaç parçasını görüp kalan birkaç yüz parçayı da güya tümevarımcı mantıkla izah etme tuhaflığı, Ortadoğu meselelerinde sıkça karşımıza çıkıyor. Bölge dillerini bilmemenin, konuyla ilgili yeterince araştırma ve okuma yapmamanın, ülke ve toplumlara dair arkaplan bilgisi ve müktesebata sahip olmamanın; hadiselerin nereden gelip nereye doğru gittiğini analiz ederken olmazsa olmaz dinamikleri gözden kaçırmaya yol açtığını vurgulamak lazım. Ama buna rağmen tüm bu zafiyetlerin doğurduğu boşlukları komplocu/konspiratif fantezilerle doldurmanın Türk kamuoyunda nasıl yanlış algılar ve ham düşler yarattığını hep birlikte müşahede ediyoruz esasen.
Bu türden tuhaf yaklaşımları son olarak İran-İsrail ilişkilerinde ve iki ülke arasında son on yılda daha da hız kazanan suikastler, bombalı saldırılar, misillemeler, misillememeler vs sarmalında da gözlemlemek mümkün. Konuya dair tespit ve değerlendirmelerimi, bu konular açılınca sıkça sorulan soruları da yanıtlayarak sıralamak istiyorum:
•Öncelikle, İran ile İsrail arasında bir “danışıklı dövüş” görmüyorum. 15 yıldır İran ve Ortadoğu üzerine çalışan bir araştırmacı ve İran’da birkaç yıl görev yapmış biri olarak, yaşanan bunca olayı “müsamere, tiyatro” vs söylemleriyle nitelendirenlerin, kendi dar yorumlarından başka bir somut delil ortaya koyabildiklerini görmedim. “Falanca iş bunlara yaradı, demek ki faili bunlar olmalı” tarzı, büyük resim çözen dizi film izleyicisi kitleye has çıkarımları bir yana bırakırsak, sahada oldukça kanlı bir hesaplaşma gördüğümü söylemeliyim. İki taraftan yıllardır öldürülen binlerce insanın varlığı da bu kanlı hesaplaşmayı gösterdiği gibi, önümüzdeki dönemde çatışmaların yoğunlaşacağını söylemek de mevcut gidişata bakınca kehanet olmayacak.
•İsrail açısından İran’ın; bölgedeki Şii ve İslamcı Sünni örgütlerle uzun dönemli irtibatları, Suriye, Irak, Lübnan, Yemen ve Filistin coğrafyasındaki devletler ve devlet-dışı silahlı aktörlerle ilişkileri, bu yapılara verilen siyasi, askeri ve istihbari desteğin sürekli artan niteliği ve somut güç unsurlarına dayanmasa ve retorikte kalsa da “İsrail’in haritadan silinmesi” söyleminin hâlihazırda en ciddi tehdit olduğu açık. Nitekim İsrailli yetkililerin söylem içerikleri ve askeri/istihbari tahkimat yaptıkları hasım güçler incelendiğinde de bu durum ortaya çıkıyor. Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve diğer Körfez monarşilerinin İsrail’le ilişkilerinin mevcut dinamikleri de herhangi bir husumete işaret etmiyor. Dolayısıyla İran ve müttefikleri haricinde, bugün İsrail açısından ciddiye alınabilecek herhangi bir düşman güç yok bölgede.
•Buna mukabil, İran açısından bakınca İsrail sadece ideolojik bir düşman değil. Her ne kadar 1948’de İsrail resmen kurulunca kendisini tanıya ilk Müslüman çoğunluklu devlet İran olsa da, 1979 Devrimi ve Ayetullah Humeyni’nin anti-siyonist söylemleri ve Kudüs/Filistin’e söylemsel desteği, Tel-Aviv’e karşı husumetin ideolojik altyapısını hazırladı ve 45 yıldır bu söylem canlılığını koruyor. Öte yandan İsrail, İran’ın bölgede savunduğu hemen herşeyin hedefindeki iki düşman kutuptan biri ve üstelik kuvvetli bir askeri/istihbari güçle bu husumeti yürütebiliyor –hâlbuki Körfez’deki Arap monarşileri bu boyutta bir tehdit değil İran için. Keza İran nükleer programı ve balistik füze geliştirme faaliyetleri açısından da ABD ile birlikte en büyük iki tehditten biri İsrail.
İsrail’in, İran’ın güvenlik ve askeri doktrini açısından büyük önem taşıyan bu iki programda görevli nükleer fizikçi ve askeri/bilimsel yetkililere geçtiğimiz yıllarda İran topraklarında suikast gerçekleştirdiği, İranlı rejim karşıtı muhalif çevrelerle hem İran’da hem yurtdışında yakın temas kurduğu biliniyor. Son olarak, 2024 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluk yerleşkesini vurup Suriye’deki üst düzey yedi İranlı askeri yetkiliyi öldürmesi, 2024 Temmuz sonunda Hamas lideri İsmail Heniyye’yi hem de Tahran’da
suikastle öldürmesi, İran’ın Suriye ve Lübnan’daki (Hizbullah) askeri üslerini neredeyse her hafta rutin şekilde bombalaması gibi gelişmeler de bazı çevrelere müsamere gibi geliyorsa, gerçeklik algılarını gözden geçirmelerini önermekten başka bir yol kalmıyor geriye.
•İran esasen üç yönlü bir baskı nedeniyle İsrail’in bu tür saldırılarına misilleme yapmak zorunda hissediyor kendisini:
-İran kamuoyu, kendi devletlerinin gücünü ve cevap verebilme kapasitesini görmek istiyor
-Tahran’ın, bölgedeki müttefiklerine de hasımlarına da misillemeler yoluyla gücünü ispat etmesi ve iddia edildiği gibi “kâğıttan kaplan” olmadığını göstermesi bekleniyor
-Hepsinden önemlisi, İsrail’in sürekli saldırdığı ve aklına esince gidip bombalayıp birkaç üst düzey yetkilisini öldürdüğü bir İran imajı, Tahran’ın tercih ettiği bir profil değil
Bu üç unsur İran’ın caydırıcılığı ve bölgesel süpergüç olma yarışında dost ve düşmana mesaj verme kaygıları açısından, Tahran’daki yetkililer üzerinde büyük bir baskı yaratıyor.
•Bununla birlikte, İran’ın önünde önemli bir sınama var. Ülkenin Türkiye’nin iki katı kadar olan yüzölçümü (1,65 milyon km2), bazı durumlarda avantajken, güvenlik meselelerinde dezavantaj yaratabiliyor. İsrail’in küçük coğrafyasını nispeten kolay –ve elbette ABD’nin koşulsuz, şartsız ve sınırsız ekonomik/askeri desteğiyle- Demir Kubbe gibi etkili bir hava savunma sistemiyle donatabilmesine karşılık, İran bu konfordan mahrum. Dolayısıyla coğrafi ve ekonomik/askeri açılardan savunulması zor bir ülke İran. Bu durumda kendisine yapılan bir saldırıya misliyle mukabele edip de kırılgan hava savunma zafiyetini öne çıkartmak arzusunda değil. Zira olası bir tırmanma halinde, İran açısından büyük önem arzeden nükleer tesisler de öncelikli hedefler arasına girecektir ki bu ciddi bir felaket senaryosu teşkil eder bu.
•Ancak daha önce General Kasım Süleymani ve Muhsin Fahrizade suikastlerinde de gördük: İran’ın bu tür ABD/İsrail saldırılarına yanıtı iki boyutlu oluyor. Yukarıda bahsettiğim üç caydırıcılık faktörü devreye giriyor ve –biraz da zevahiri kurtarmak için- etkisi fazla yüksek olmayan, neredeyse hiç etkisiz veya çok az zarar veren bir saldırı düzenliyor İran. Böylece muhasebe defterinin input-output dengesinde karşılıklı iki tik atılıyor. Ancak bu yanıtın gerilimi daha da tırmandırmayacak kadar az zarar vermesine özellikle dikkat ediyor ki burada o meşhur “İran devlet aklının” ve “stratejik sabır” denilen diskurun devreye girdiğini düşünüyorum ben. Fakat yanıtın ikinci boyutu perde gerisinde oluyor ve o an etkisi görülmüyor: İran bölgedeki vekil güçlerine ve irtibatlı olduğu sosyolojik nüfuz
ceplerine yatırımlarını artırıyor; askeri, istihbari ve lojistik sahada adeta “safları sıklaştırıyor.”
Bölgesel ve uluslararası kamuoyu gayet yanlış şekilde, İran’ın kendisine yönelik füze saldırısına birkaç füzeyle karşılık vermesini, kendi üst düzey bir yetkilisinin öldürülmesi karşısında “kalk ve sen de öldür” karşılığı vermesini bekliyor. Ancak İran bu tür saldırılara karşılığı, zevahiri kurtarmak için zayıf bir drone/roket gösterisi ama arka planda güçlü bir “safları sıklaştırma” hamlesiyle veriyor. Böylece hem çatışmaların daha da tırmanmasını önleyerek kendi “camdan evini” kırdırmıyor, hem de bölgedeki saha kontrolünü daha da güçlendiriyor.
Kişisel önerim: İran’ın kaç misilleme füzesi attığına değil, sahadaki kontrolüne odaklanalım
Bu tezim bazı okuyucular için soyut ve afaki görünebilir. Kendilerine sadece bir göstergeye bakmalarını tavsiye ediyorum: 2003 Irak işgalinden bu yana geçen 20 senede İran pek çok sefer ABD/İsrail saldırısına maruz kaldı, çok sayıda yetkilisi öldürüldü ki bunlar arasında Kasım Süleymani gibi İran’ın bölgedeki askeri/istihbarat faaliyetlerini kırk yıl boyunca koordine etmiş çok tecrübeli bir siyasi/askeri lider de var.
Peki bu yirmi yıl içerisinde ve bunca tahrik edici sert saldırıya doğrudan yanıt vermeyen İran, mesela Irak’ta daha mı güçlendi yoksa daha mı zayıfladı? İran, Suriye’de sahada daha mı etkili yoksa daha mı etkisiz? İran’ın doğrudan kontrol ettiği Hizbullah bölgedeki çoğu devletten daha mı caydırıcı İsrail karşısında yoksa daha mı pasif? Hamas ve İslamî Cihad gibi yapılar mesela yirmi yıl öncesine göre daha mı zayıf daha mı güçlü? İran’ın nüfuzu Yemen’de daha mı arttı yoksa geriledi mi?
Ortadoğu’da “duvardaki silah”lar günden güne artıyor. Gazze’nin işgal edildiği, Batı Şeria’daki İsrail baskısının iyice arttığı, Hizbullah-İsrail gerginliğinin sıcak bir savaşa dönüşme ihtimalinin yükseldiği, Yemen’deki Şiilerin yeni bir çatışma dinamiği olarak örgütlü şekilde devreye girdiği mevcut konjonktürde herkes “İran acaba kendisine atılan iki füzeye üç füzeyle mukabele edecek mi” diye bakarken, ben yine sahada hangi bölgelerde İran’ın askeri/istihbari gücünün artmakta olduğunu gözlemlemeye devam edeceğim. Günün sonunda –İranlı yetkililerin ifadesiyle “dört başkentin doğrudan İran kontrolünde olduğu”- Ortadoğu’da kısa vadede değil, orta/uzun vadede İran’ın yaptıklarına/yapacaklarına odaklanmakta fayda var.