'Metaforlarla Düşünmek' kitabının yazarı felsefe doktoru Cemre Uğural Yamuç, imajların modern yaşamlarımıza nasıl hükmettiğini sistematik felsefenin gözünden anlatıyor.
Steve Tesich 1992 yılında çağımızı her yönden kuşatacak bir kavramdan söz etti: Post-truth, Türkçeye “hakikat sonrası”, “gerçek ötesi” olarak çevrilen bu kelime gerçekte bir krize işaret etmekteydi. 2016 yılında Oxford Dictionaries tarafından yılın kelimesi seçilen post-truth genel anlamda; bir inanç ya da düşüncenin kamuoyu tarafından kabul edilmesi halinde nesnel hakikatin çıkarlar ve inançlar karşısında daha az değere sahip olabileceğini ifade eder. Hakikat sonrası, kanıların ya da yalanların gerçekliğin önüne geçebilmesinde, özellikle de siyasi söylemde fazlasıyla işlevsel bir “-miş gibiler dünyası” yarattı.
Tesich’in özellikle vurguladığı “yalanlar rejimi (a government of lies)” kavramı, kamuoyunun doğrularla bilgilendirilmek yerine kişisel çıkarlarla ve kanaatlerle ikna edildiği günümüz sorununun altını çizmektedir.
Toplumsal bir sorun altında kişisel kanaatlerin hakikatin yerine geçmesi demokrasi, devlet ve sivil toplumu da içine alan derin bir düşünsel alana yayılmış durumda. Özellikle medyanın siyasi çıkarları besleyecek şekilde yalanları meşrulaştırarak topluma servis etmesi demokrasi için büyük bir tehdittir.
Peki, hakikat sonrası nasıl bu kadar geniş bir etki alanına sahip oldu? Onu derinleştiren elbette pek çok etmen var. Bunların başında dijitalleşmenin hızlanması, yüksek teknolojinin bir anda evlerimize kadar girmesi, sosyal medya ile diğer dijital ağlar ve özellikle son yıllarda büyük patlama yapan yapay zekâ gelmektedir. Elbette doğru bilgiye ulaşma açısından kitle iletişim araçlarının ortaya çıkışı da toplumsal bir endişe yaratmış olabilir. Nitekim hakikate karşı her zaman bir dezenformasyon veya çarpıtma tehdidi olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu konuda özellikle düşünce tarihine bakmak önemlidir. Mesela toplumu yanıltan bir yöntem olarak propagandanın ilk örneklerini Antik Yunan’da Sokrates’in erdem ve doğru bilgi hakkındaki öğretilerine karşı bilgiyi para karşılığında satan ve bu nedenle “bilgi tüccarı” olarak adlandırılan Sofistlere atfetmek mümkündür. Sofistler, şehirdeki gençleri safsata ve kanılarla eğittikleri gerekçesiyle Platon tarafından yerden yere vuruldu. Platonik öğreti ise doğru bilginin yalnızca akıl yoluyla elde edilebilen ideal dünyaya ait olduğunu savunmaktaydı. Bu bakımdan gerçekliğin korunması ve doğru bilgiye ulaşma sorunu, toplumsal yaşantının düzenlenmesi açısından bu zaman diliminde olduğu gibi antik dünya için de son derece kritikti. Matrix filmine ilham olan Simülakrlar ve Simülasyon kitabının yazarı sosyolog Jean Baudrillard bahsi geçen çalışmasında son iki yüz yıl içinde propagandanın politikacılar, medya, çok uluslu şirketler tarafından çeşitli ideoloji, düşünce ve inançları kamuoyuna pazarlama yöntemi olarak meşrulaştırıldığından söz eder.
DİJİTAL SÖYLEM ÇAĞINDA DEMOKRASİ
Günümüz propaganda ortamını besleyen de dijitalleşmedir. Dijital araçların ve sosyal medyanın sürekli hakikate alternatif imajlar üretme gücü toplumsal ideallerle şekillenen ortak hayal gücünün ve uzlaşı kültürünün içini boşaltır. Bu da dijital dünyanın imajları ile yalan üreten siyasal söylem ve reklam endüstrisi arasındaki ilişkileri doğurur. Dijital dünyada demokrasi ise seçmenlerin dijital platform ve yapay zekâ algoritmaları ile şekillenmesiyle işliyor. Siyasi aktörlerin en çok kullandığı propaganda aracının sosyal medya ve yapay zekâ olduğu bilinen bir gerçektir. Bu araçlar ister istemez bireyleri yaşadıkları topluma ve demokrasinin gerekliliği fikrine karşı yabancılaştırıyor. Fransız düşünür Jacques Derrida Marx’ın Hayaletleri’nde kitle iletişimi diye nitelendirilen yabancılaşma kültürü oluştuğundan ve bilginin araçsal olarak “seçilmiş ve hiyerarşik” şekilde bu kültür içinde üretildiğinden söz etmişti. Ona göre, teknolojinin ve dijitalleşmenin hızı ile basın-yayın araçları istilacı bir biçimde yalnızca entelektüel söylemi değil, siyasi-ekonomik hegemonyayı da etkilemektedir. Teknik-basın-yayınsal erkten geçen toplumsal söylem biçimleri demokrasiyi tehlikeye atacak noktaya varmaktadır. Bu da açıkça toplumsallık ve yurttaşlık söyleminin oluşabileceği zemini parçalamaktadır.
Bu açıdan her biri “enformatik rejimler” haline gelen dijital ağların kontrolsüz yayılışı karşısında eleştirel bakış açısına sahip yurttaşlık bilincinin kazandırılması, demokrasi söylemine temel oluşturacak dayanışma dili ve basın özgürlüğü gibi ilkelerin gerekliliği ön plana çıkıyor. Daron Acemoğlu ve Simon Johnson İktidar ve Teknoloji-Bin Yıllık Mücadele’de demokrasilerin teknoloji karşısında bunalım yaşadığını ve bu noktada bireyler olarak iki seçeneğimizin olduğundan söz ediyor: Birincisi, teknolojiye yalnızca denetim aracı olarak yaklaşmak, ikincisi ise dijital dünyaya demokratikleşmeye yardımcı bir araç olarak yön vermek, kısacası insanlığın dijital dünya tarafından maniple edilmesini değil, dijitalleşmenin demokratik uygulamaları artıracak şekilde kullanılmasını sağlamak!
İMAJ DEVRİMİ
Bu yaklaşım karamsar bir teknoloji karşıtlığı gibi anlaşılmamalıdır. Gerçek bilgi yerine enformasyon niteliği taşıyan anlık iletilerin dijital ortamdan bireylere denetimsizce aktarılmasının akademisyenler, iletişimciler ve diğer uzmanlar tarafından toplumsal sonuçları ve demokrasiye olan etkileri bakımından masaya yatırılması gerekiyor. Bugün yapay zekâ veya dijital devriminin yanı sıra her alanda hakikatin yerini alan imajların devriminden de söz etmek durumundayız. Modern toplumsal yaşantıya bir bakın! Lüks markaların artırılmış gerçeklik teknolojileri ile müşteriye sunulan mağazaları, politikacıların derin sahtelik (deep fake) ile çarpıtılan söylemleri ve görüntüleri, “reality şov”larda sunulan sahte yaşam öyküleri, Instagram ve diğer dijital platformlarda yer alan kısa süreli içerikler, sürekli ilaç sektörü tarafından kullanmamız gerektiği empoze edilen kolajen vb. takviyeler, gerçek meyve veya şekerin bile kimyasallarla ikame edildiği, market raflarından keyifle evimize aldığımız atıştırmalıklar hakiki olanın yerini almış imajlardan başka nedir? İmaj kavramı en azından burada benim kullandığım anlamıyla estetik bağlamından farklı olarak her türlü görsel ya da işitsel algı bozucu unsuru ifade ediyor. Bu anlamda imajların statüsü, Baudrillard’ın maksatlı bir propaganda veya dezenformasyon ortamını betimleyen “her yer ekran” (écran total) sloganı ile özetlenebilir. “Panoptikon” denilen gözetleme tekniği, kişisel yaşamlarımız dahil her şeyi izlenebilen ve ölçülebilen datalara dönüştürmektedir. İmajlar, önce kişisel alana sonra toplumsallığa yerleşerek kültür dünyasını gasp ediyor, medya ve çeşitli yöntemlerle demokrasiye saldırıyor. Öyle görünüyor ki dijital devrimin bedelini bizi hakikatten koparan imaj devrimi ile ödüyoruz.
DİJİTAL İLETİŞİMDE HER ŞEY BİR İMAJDIR
“Şeffaflık” olarak tabir edilen yapay iletişim ortamında bireyler enformasyon bombardımanına maruz kalarak yalnızca tüketici olarak görülüyor. Modern insan, artık kitlesel kültür etrafında dönen, tek tip tüketim alışkanlığı ve algı biçimine hapsolmuş bireydir. Kişisel özgürlüğünü ve tercih hakkını da yitirmektedir. Tatil seçeneklerimizi ve ihtiyaç duyabileceğimiz ürün ve hizmetleri bile önümüze çıkaran algoritmalar kısa Instagram videoları veya Youtube içerikleri ile seçeneklerimizi ve özgürlük alanımızı belirlemektedir. Bunun gibi, yakın zamanda Amerika’daki Samsung mağazasında müşteriler için teknolojik simülasyon alanlarının oluşturularak “ihtiyaç duyulabilecek” teknoloji ürünlerinin tanıtıldığını okumuştum. Yine bir giyim firmasının yurt dışı mağazasında artırılmış gerçeklik teknikleri ve yapay zekâ kullanılarak müşterilere özel tasarımlar hazırlandığına ve lüks deneme odaları ile “unutulmaz” alışveriş ortamı sunulduğuna şahit olmuştum.
Platon’un Devlet diyalogunda tasarladığı, nesnelerin gölgeleriyle dolu “mağara”nın şimdi dijital versiyonunu yaşıyoruz.
Kültürden ekonomiye, siyasetten sanata kadar hemen her alanda etrafımızı kuşatan imajlar, bireyleri binlerce seçenek arasında özgür oldukları yanılsamasının içine çekerek hakikati dijital ekranların gerisine itmektedir. Post-truth ya da hakikat sonrası dediğimiz durum tam olarak budur: Gerçekliğin geri plana itilmesi, bireylere hakikati unutturarak özgür oldukları algısı içinde onları belirli tüketim alışkanlıklarına ve siyasi tercihlere yönlendirmek. Öyleyse modern insan hala Platon’un tasvir ettiği gölgeler mağarasında yaşıyor.
Çağımızın en çarpıcı kültür eleştirmenlerinden biri olan Byung-Chul Han’ın Palyatif Toplum & Günümüzde Acı kitabında dijital imaj dünyasında demokrasilerin gereği olan fikir ayrılığı veya uzlaşı gibi nosyonların yerini politik kayıtsızlığa ve umutsuzluğa bıraktığından söz ediliyor. Palyatif toplumlar, kitleler halinde sanal dünyaya çekilir ve orada güvende olduğunu hisseder. Yaşamın zorluklarından kaçma, bireyleri sentetik dünya pazarlayan medya ve reklam endüstrisinin daimî müşterileri haline getirir. Palyatif haldeki modern toplumlar, gerçekler yerine anestezik etki yapan sanal mutluluğu tercih eder.
Çağımıza ait bir propaganda aracı olarak görülebilecek imajların palyatif etkisi, demokrasinin halkla olan organik bağını da azaltmaktadır. Özellikle vatandaşların seçim zamanı sandığa gitme alışkanlığını olumsuz etkileyen kayıtsızlık hali, bireylerin birbirlerine olan etik sorumluluğunu ve toplumsal saygı değerini azaltmaktadır. Nitekim toplumumuzda son yıllarda artan şiddet olaylarının ve önemli toplumsal olaylara karşı duyarsızlığın nedenleri arasında bu uyuşukluk halini görmek mümkündür.
Toplumların hissizleştirilmesi ve hakikatin gölgelenmesinin yarattığı boşluktan en başta demokrasi, toplumsal yaşam düzeni, sorumluluk ve etik gibi değerler ile temel hak ve özgürlükler zarar görmektedir. Hakikati korumanın toplumsal bir sorumluluk olduğu bilinciyle hakikatin olmadığı yerde özgürlük ve demokrasiden, demokrasinin olmadığı yerde ise hakikate ulaşmaktan söz edilemeyeceğinin altını çizmek gerekir.