Görüşler

Hepsini öldürmeli!

Hepsini öldürmeli!

‘İtibar ve İktidar’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Emekçi ve emeklilerin refah dağıtımından dışlanması, ekonomi-politik sistemin bekasıyla ilgili bir tercihtir” diyor.

Yunus peygamberin hikâyesini bilirsiniz: Bindiği gemi büyük bir fırtınaya yakalanır. Aralarında tanrıları öfkelendiren birinin varlığından şüphelenen denizciler, onu bulmak için kura çekerler. Kura Yunus’a çıkınca onu denize atarlar ve fırtına diner. Uğursuz bir yolcudan kurtulmakla yükü hafifleyen gemi güvenli bir şekilde yoluna devam eder.

Batma tehlikesiyle karşılaşan bir geminin yükünü hafifletmek için kargonun bir kısmının denize atılması, literatürde “jetsam” olarak adlandırılır. Kaptan, geride kalan mal ve insanların selameti için bunu yapmaya yetkilidir. Jetsam sözcüğü, “işe yaramaz, artık, değersiz” gibi ikincil anlamları dolayısıyla, faydasız addedilen ve toplumda istenmeyen kişi ya da gruplar için de kullanılmaktadır.

ETİK YURTTAŞLIK

“Hiç yoksul insan kalmaması için ne yapmak gerekir?”

Sosyal psikolog Ignacio Martín-Baró, 1987 yılında “El Salvador’da toplumsal sınıf kavramının oluşumu” üzerine yürüttüğü bir araştırma kapsamında, farklı toplumsal sınıflara mensup çeşitli yaşlardaki 200’ün üzerinde çocuğa bu soruyu yöneltir. Üst sosyal sınıflardan çocukların çoğu şu cevabı verir: “Hepsini öldürmeli!”

Uzun süredir refah dağıtımını “çaktırmadan” sınırlamanın yolları üzerinde çalışan hükümetler, bu önerinin ardındaki müdahale mantığına yabancı değillerdi. 1990’ların başında, ABD’li muhafazakârlar siyasal ortamı o kadar radikal biçimde sağa kaydırmışlardı ki Demokratların adayı Clinton bile “bildiğimiz şekliyle refaha son verme” vaadiyle kampanya yürüttü. Cumhuriyetçilerin iki yıl süren baskısının ardından 1996’da “Kişisel Sorumluluk ve İş Fırsatları Uzlaşma Kanunu”nu onayladı. Böylece yoksul çocuklu annelere nakdi yardımda bulunan programları sonlandıran Clinton, yurttaşlık sorumluluğuna sahip tüm Amerikalılara “gönüllülük ve toplum hizmeti” için güçlü bir çağrıda bulunmayı da ihmal etmedi. Yeni kanun, artık can sıkıcı olmaya başlayan “refah bağımlılığı” sorununa çözüm olarak, kendi kendine yeterliliği, istihdam ve piyasa kurallarına uyarlanmayı öngörüyordu. Refaha son verme politikası, özellikle 2008 küresel ekonomik krizinin ardından kapitalist dünyada geniş bir uygulama alanı buldu.

Uygulama, yoksullukla mücadele ve sosyal hizmet odaklı gönüllü çalışmaların neoliberal anlayışa uygun biçimde yeniden yapılanmasıyla sonuçlandı. Her şeyi devletten beklemek, ikide bir “vergilerimiz nereye harcanıyor” diye sormak doğru değildi. Ekonominin her türlü ahlaki kaygıdan uzak “nötr” bir alan olarak yönetilmesi gerektiğine inanan neoliberal bilgin ve politikacılar, özellikle yoksullukla mücadele ve sosyal hizmet alanlarında bireylerden “etik yurttaşlık” talep etmekteydi. Antropolog Andrea K. Muehlebach’ın tespitiyle, etik yurttaşlık, yeni bir sosyal ve ahlaki faillik biçiminin, yurttaşların hak ve görevlerine dair yeni varsayımların doğuşuna işaret eder. Etik yurttaşlığa ilişkin bu fikir ve varsayımlara, kamu politikası ve yeni yürürlüğe konulan yasal ve bürokratik çerçeveler aracılık etmektedir. Ekonomi alanı, “ortodoks” akıl ve rasyonel müzakere ile yönetilirken bireysel ve toplumsal refah alanı, moral duyguların harekete geçme kapasitesine emanet edilecektir.

Bu mantığa göre, örneğin yaşlılar ve emekliler, çok az şey yaptıkları ama kendilerini hak sahibi hissettikleri bu geleneksel toplumsal konumdan çıkmalıdır. Onlar, sosyal kaynakları ve sağlık hizmetlerini yiyip bitiren asalaklardır; ekonomik anlamda “ıskarta” ya da “fazlalık” kategorisinde değerlendirilmeleri gerekir. Ülkelerin durumuna göre, işsizler, sığınmacılar, düzensiz göçmenler vb. uğursuzlar da listeye eklenebilecektir. Özellikle kapitalist Batı dünyasında geniş kabul gören bu argüman, bu dünyadaki 20. yüzyıl refahının dayandığı temel ilkelerle çelişmektedir. Buna karşılık, gönüllü sosyal çalışmaların ve hayırseverliğin “refah sonrası devlette iyi vatandaşlığın ön koşulları” olarak kutsanması, neoliberal politikalarla uyumludur.

ISKARTA HAYATLAR

Malawi uyruklu Paiche Onyemaechi (25), İrlanda’da geçirdiği süre boyunca iltica sisteminin belirsizliğini ve seks endüstrisindeki sömürüyü deneyimledi. Öldürüldükten sonra parçalara ayrılan Paiche’nin başsız cesedi, çöp torbasına konulmuş olarak bir nehir kıyısında bulundu (23.07.2004).

Zonguldak’ta kaçak bir madende çalışırken iş cinayetine kurban giden göçmen Afganistan uyruklu Muhammad Nurtani’nin (50) cesedi, ormanlık alanda üzerine benzin dökülerek yakıldı (9.11.2023).
Neoliberal politikaların avantajlarından biri de nüfusun bir kısmını atık ya da ıskarta olarak “dışarı” atmaya imkân vermesidir. “Atık tüm üretimlerin karanlık, utanç verici sırrıdır” diyen sosyolog Zygmunt Bauman, “Iskarta Hayatlar” başlığıyla Türkçeye çevrilen kitabında bu imkânı şöyle açıklar:

“Iskarta ilan edilmek, gözden çıkarılabilir olduğunuz için gözden çıkarıldığınızı gösterir; tıpkı boş ve geri iadesiz bir plastik şişe ya da kullanılmış bir şırınga, alıcısı olmayan sevimsiz bir eşya, kalite uzmanlarının üretim hattından çıkarıp attıkları, standartlara uymayan bozuk bir ürün gibi. ‘Iskartaya çıkmak’ deyimi, ‘ihtiyaç fazlası’, ‘hurda’, ‘defolu’, ‘çöp’, ‘atık’ gibi sözcüklerle aynı anlam dünyasını paylaşır. İşsizin, ‘emek ordusunun yedek askeri’nin geleceği, yeniden hizmet saflarına çağrılmaktı. Hurdanın geleceği ise diğer hurdaların yanına, çöplüğe atılmaktır.”

Gönüllü çalışmalar da esasen bu kesimleri ıskarta konumunda tutmaya hizmet eden “insani” araçlardır. Yaşlılar evlerinde; yoksullar varoşlarda; mülteciler kamplarda; KHK’lılar Kod 37’de; LGBT bireyler fuhuş sektöründe tutulmalıdır. Ne de olsa bu koşullarla baş etmeleri kolay değildir. Küresel kaynak dağılımı sisteminde “kaybedenler”, hayatta kalmak için ellerinden gelenin en iyisini yapsalar da - finansal sermayenin rehin aldığı- hükümetler tarafından alınan kararlara hemen uyum sağlayamazlar. Düzenli gelir, gıda ve temel sağlık hizmetlerinden yoksun insanların öngörülebilir ölümleri, bir tür kurtuluş sayılabilir. Jetsam ya yüzecek ya da batacaktır.

Bu koşullarda bile size uzatılacak can simidini “hak etmiş” olmanız gerekir. Refahın neoliberal anlayışa uygun olarak yeniden yapılandırılması süreci, bazı bireylerin “hak etmemiş” olarak işaretlenmesi eşliğinde ilerler. Iskartaya çıkarılmak, kişisel karakterin veya tercihin meşru sonucu olarak algılanır. Bu algının nasıl üretildiğini araştıran tarihçi Michael B. Katz, yoksulları etiketlemek için kullanılan ahlaki kategorilerin, onların yoksulluklarını talihsizliğin bir sonucu olarak değil “tembellik ya da ahlaksızlık” ve dolayısıyla kendi kendine zarar veren bir sonuç olarak gösterdiğini saptar. İmkân ve kabiliyetlerini gelişen koşullara uyarlamak, bireyin kendi sorumluluğudur. Hatalı ürünün piyasadan toplatılması gibi, kusurlu birey de toplum dışına atılacaktır.

Hak etmişliği (deservingness), yoksulluk ve yapısal ayrımcılığın ahlakileştirildiği bir süreç olarak analiz eden antropologlar Andreas Streinzer ve Jelena Tošic, “haklar” dilinin “ihtiyaçlar” dili yerine ikame edilmesinin, refah devleti ilkesinin altında yatan mantık ve gerekçeleri geçersiz kılmada önemli bir rol oynadığını gösterdiler. Hak etmişlik, bu anlamda kemer sıkma politikalarının eşitsiz ve yıkıcı sosyal ve insani etkilerinin depolitize edilmesine de katkıda bulunmaktadır. Harcama kesintileri, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, ücret artışlarının frenlenmesi gibi politikalar, (1) vatandaşlar ve devlet arasındaki ahlaki yükümlülüklerin yeniden tanımlanmasını ve böylece (2) insanların vatandaşlık haklarına ve gelir düzeylerine dair olumlu beklentilerinin aşağı yönlü güncellenmesini gerektirir. Devlet borçlarının belirleyici bir toplumsal yükümlülük olarak fetişize edilmesi, her iki gerekliliğin de tanınmasını kolaylaştırır.

Keza, büyüme, istihdam, eğitim, sağlık, barınma gibi “ihtiyaç” temelli gündem maddelerinin yerini alan bütçe açığı, cari açık, tasarruf, mali disiplin, verginin tabana yayılması vb. söylem ve terimlerin sıkça kullanımı, kemer sıkma politikalarıyla doğrudan bağlantılı biçimde artan toplumsal eşitsizliği ve sınıfsal kutuplaşmayı doğallaştırmaya hizmet eder. Dahası, “hepimiz aynı gemideyiz” tarzı çağrılar, özellikle muhafazakâr yurttaşların ekonomi-politik sistem lehine küreklere asılmasını kolaylaştırıcı etkiye sahiptir.

KALICI YOKSULLUK

Ghanalı şair Hadji Omar “Yüce Tanrı bile yoksulluktan nefret eder. Çünkü isimlerinden biri de Gani’dir” derken çok da haksız sayılmaz. Günümüzde yoksulluk, bireyin “yukarı doğru hareketlilik” özlemlerine veda etmesini gerektiren bir tür “ıskartaya çıkma” durumunu ifade etmektedir. TÜİK’in (2023) güven vermeyen ölçümlerinde bile nüfusun %12.3’ü “sürekli yoksulluk” koşullarında yaşarken “geçinemiyorum, eve ekmek götüremiyorum” türünden yakınmalara sokak röportajları dışında nadiren rastlamamızın bir nedeni de budur. Hiç birimiz yoksul görünmek ya da bilinmek istemeyiz. Birey, genellikle işini kaybettiğinde, ameliyat olması gerektiğinde, birikimlerini tükettiğinde ya da kredi borçlarında temerrüde düştüğünde kendisinin de yoksul olduğu gerçeği ile yüzleşir.

Sürekli yoksulluk, bireyin hayatın olağan akışına katılımını engeller ve sosyal rollerine bağlı yükümlülükleri ifa etme yeteneğini sınırlar. Yoksulun kıt kaynakları, onu sıradan yaşam kalıplarından ve faaliyetlerden dışlar. Sosyal dışlanma ve yoksulluk ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Bu bağlantının normalleştirilmesi, refah karşıtı politikaların başarısının ön koşuludur.

SONUÇ

Marksist kuramcılar kapitalizmin krizlerle baş etme yeteneğini hafife almış olmakla eleştirilebilir. Sistem -şu veya bu nedenle- krize girdiğinde bir kısım uğursuzları denize atarak “denge” durumuna geri dönebilmektedir. Bunun yol açabileceği etik kaygılar, denize atılanların ötekileştirilmesiyle bertaraf edilir. Onlar artık devletin değil Haluk Levent ve Ahbapları’nın ilgi alanındadır. Böylece devlet, geride kalanların refah taleplerine daha hızlı ve etkili biçimde yanıt verebilecektir.
Güçlü alternatiflerin yokluğunda, neoliberalizmin çağdaş direncinin azalacağını düşünmek aşırı iyimserlik olur. Keza, kitlelerin radikal siyasal programlara ilgi ve inançlarını kaybettiği koşullarda, mevcut sistemin ıskarta hayatlar üretmeye -bir noktada- son vereceğine inanmak için de çok az neden vardır.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir