Görüşler

Güç toplumdadır

Güç toplumdadır

“İtibar ve İktidar” kitabının yazarı Muhsin Altun, modern toplumun bekasının, bedevi yaşamını damgalayan kurumlara geri dönülmesine bağlı olduğunu belirtiyor.

ÜÇ BEYAZ

Tay kabilesinin büyüklerinden Zeyd’ul Hayl (ö. 630), devesini çalan bir bedeviyi cezalandırmayı reddeder. Çünkü bu adam, bir gece önce babasına misafir olmuş ve onunla aynı kâseden süt içmişti. Zeyd’in gerekçesinin arka planında, “Cahiliye” Araplarının gıda paylaşımı üzerinden tesis edildiğini varsaydıkları kardeşlik (muâhât) bağları vardı.

“İlkel” (ya da devletsiz) toplumların çoğunda, bir yabancı, ister tek başına ister bir grubun üyesi olarak gelsin, hemen bir düşman olarak kabul edilir. Yabancının varlığı, yerlilerde rahatsız edici bir etki yaratır. Mahremiyetleri ihlal edilen insanlar için dengeyi yeniden sağlamanın en kolay yolu, onu kovmak veya öldürmektir. Buna karşılık, yabancının, olası bir saldırıya karşı kendi fiziksel gücü veya -kanı dökülürse- kabilesinin öcünü alacağı korkusu dışında hiçbir güvencesi yoktur.

Kabilesinin yaşam alanı dışında seyahat eden bir adam, yanında ölümcül olasılıkları bertaraf edecek bir çözümler seti taşımalıdır: Yerliler arasından uzak-yakın bir akraba bulabilir ve böylece kabilenin kandaş örgütlenmesine katılabilir. Onların ihtiyaç duyduğu ve eğer kendisini öldürürlerse daha fazlasını elde etme şanslarının olmayacağı nadir bir ticari nesneye sahip olabilir. Rif Savaşı (1920-1926) sırasında Faslı Müslümanlara esir düşen İspanyol askerlerinin yaptığı gibi, “Kelime-i Şahadet” getirerek bağışlanmayı umabilir. Taif dönüşü Mekke’ye güvenle girmek isteyen Peygamber’in yaptığı gibi, bir klan büyüğünün himayesini isteyebilir.

Kuşkusuz daha kesin sonuçlar vadeden kurumsal çözümler de mevcuttur. Semitik (Arap, İbrani, Süryani) topluluklar üzerine çalışmalarıyla tanınan antropolog W. Robertson Smith, bedevilerin, yabancılarla ilişkilerini karakterize eden üç davranış kalıbını gelenekselleşme üzerinden ittifak ve himaye fırsatına dönüştürdüklerini tespit etmiştir.
1) Birlikte yemek (mu’ākala): Yabancı, “misafirin dokunulmazlığı” ilkesine güvenerek size misafir olabilir. Sizinle aynı sofradan ya da aynı kaptan yemek yiyen bir misafir (edhyaf’ul sarih), bir başkasıyla yiyene kadar sizin himayenizdedir. Buna, birlikte yemenin kutsallığı ve sağladığı koruma anlamında “hurmat’ul mu’ākala” denir. Sahabe Zeyd’ul Hayl’ın hikâyesinde olduğu gibi, sütünü içtiği ev sahibinin devesini çalan hırsız bile güvendedir. Burada, insan dışı primatlarda nadir gözlenen “birlikte ya da gruplar haline yeme” eğiliminin, sosyal anlamda bir tür “kaldıraç etkisi” sağladığını görürüz. Mu’ākala’nın temel işlevi, bedeviyi işbirliğini içeren özgül kurallara doğru sosyalleştirmesidir

Modern antropolojinin başlıca ilgi alanlarından biri olan mu’ākala (commensality), kamusal ve özel ortamı birleştirerek kabilesel bağların inşasında rol oynar. Aynı masada ya da sofrada oturanların karşılıklı bağımlılık ve yükümlülüklerini mühürler. Keza, aynı gıdayı almak, aynı eti ve kanı üreterek insanları eşitler ve birbirlerine yakınlaştırır. “Ne yiyorsan osun” sözü esasen bunu ima eder: Gıda, eğer onu yiyeni kendine benzetiyorsa aynı gıdayı paylaşanlar birbirlerine daha çok benzeyeceklerdir. Böylece mu’ākala, bir yandan akrabalığı inşa eder ve korurken diğer yandan onu bir güvenlik ağına dönüştürerek kan bağının ötesine doğru genişletir.

2) Yol arkadaşlığı (refîq’ul janb): Yabancı, bir kervana ya da yolcu kafilesine katılabilir. Sizinle gün boyunca yolculuk yapan ve gece yanınızda (janb) uyuyan biri, sizden ayrılıncaya kadar sizin himayenizdedir. Tek başına yolculuk etmek, ölüme davetiye çıkarmaktır. Refîq’ul janb formundaki katılımlar arttıkça grubun ölümcül riskleri yönetmesi de kolaylaşır.
3) Komşuluk (istijâr): Yabancı, çadırını sizin çadırınızın (dār) hemen yanına kurup, gergi ipini (tenb, çoğ. tunûb) sizinkine bağlayabilir. “İplere karşılık ipler” (el-tunûb bil-tunûb) olarak bilinen bu pratik sayesinde, yerli sizin komşunuz (jâr) olur ve himayenize girmiş sayılır. Bu şekilde koruma elde eden adama, “ip bağlayan” anlamında tānib veya tanīb denir. Çadır komşuluğu, mekânla ilişkisi bakımından özellikle hassas görünmektedir: Sahabeden Ubeyy b. Ka’b, “evimin Muhammed’in evine çadır ipiyle bağlanmış olmasını istemem” diyen adamı Peygamber’e şikâyet eder.

“Üç beyaz” (selas’ul beyz) olarak bilinen bu ilkeler, özellikle akraba içinde işledikleri cinayetler ya da kabile normlarının ihlali nedeniyle dışlananların veya kan davası yüzünden kaçak duruma düşenlerin başka bir kabilenin himayesinde yaşamını sürdürmesini sağlar.
Bu gibi haller dışında, bir kabilenin üyesi olarak tanınan birinin, bir “vedalaşma” prosedürü uygulanmaksızın onun himayesinden çıkmasına izin verilmez. Hicret bunun en bilinen örneğidir. Süleymân b. Tarhân (ö. 761) ve Razîn b. Muâviye’nin (ö. 1129) bildirdiğine göre, Peygamber, Kureyş ile Benî Evs ve Benî Hazrec temsilcileri arasında yapılan bir anlaşmanın ardından “Ensar Muhacirler” olarak kayıtlara geçen Medineli muhafızlar eşliğinde Mekke’den ayrılmıştı. Bir kabilenin bir yabancıya koruma sağlaması ve himaye ağının çeşitli vesilelerle genişlemesi, çölün güvensiz ekolojisini güvenli hale getirmeye hizmet etmektedir.

Geçim imkânlarının doğal, siyasal ya da demografik baskılarla sınırlandığı koşullarda, sadece karşılıklı yardımlaşmayla, dâhili kavgalardan kaçınarak ve bireysel çıkarlarınızı grubun çıkarlarına tabi kılarak hayatta kalabilirsiniz. Bedevilerin, İbranice ve Arapçada “yaşamak” anlamında gelen “hayy” sözcüğünü, bir akraba grubunu ifade etmek için kullanması anlamlıdır. Hayy, hayatta kalabilmek için gerektiğinde savaşmakla kalmaz; mümkün olduğunca kolektif hareket eder. İbn Haldun, bedevilerde gözlediği bu kolektif aksiyon ruhunu “asabiyet” olarak adlandırır. Ona göre, “yardımlaşma ve birbirini korumaya hizmet eden nesep şecerelerinin Araplar arasında muhafaza edilmesi, onların zor geçinmelerinden, darlık içinde yaşamalarından ve yurtlarının ekonomik durumundan ileri gelmiştir.”

Yukarıdaki türden ilişkiler kurulamadığında savaş kaçınılmazdır. Yine de ilişkilerin savaş yoluyla istikrara kavuşturulduğu durumlar nadirdir. Dahası, savaşlar belirli geleneksel sınırlamalar altında yürütülür. Örneğin haram aylarda ve kutsal sayılan alanlarda (harem) savaşılmaz. Bu alanlara sığınan düşmanlar öldürülmez. Kaçanların takibi, evin avlu duvarında ya da çadır ipinin bağlandığı noktada sona erer; haneye girilmez. Bedevi toplumlarda, evliliklerden yeme-içme ve yolculuklara, dini ritüellerden ticarete kadar bütün gündelik etkinlikler, savaş olasılığını asgaride tutacak şekilde kurumsallaşmıştır. Klasik İslam tarihçilerinin “Cahiliye” Araplarını savaş ve yağma için fırsat kollayan vahşiler olarak tanıtması, önyargılı bir yaklaşımdır.

TEĞET KURUMLAR

Antropologlar Eliot D. Chapple ve Carleton S. Coon, yabancısı olduğumuz bir grubun üyeleriyle uygun şekilde ilişki kurmamızı ve onlara katılmamızı kolaylaştıran kurumları, “teğet kurumlar” (tangent institutions) olarak adlandırır. Birkaç kurumun birbirine bağlanmaya zorlandığı ve böylece çatışmanın dâhili olarak çözülmesini engelleyen daha uzlaşmaz durumlarda, yeni bir kurumsal yapı ortaya çıkar ve bu sayede istikrar sağlanır. Grup ilişkilerinin örtüştüğü tüm durumlarda, bu kurumlar birbirleriyle “teğet ilişkiler” içindedir. Yığını toplumdan farklı kılan normlar, bireylerin bu kurumlar üzerinden etkileşmesi sonucu ortaya çıkar. Modern toplumlarda, kooperatiflerden sendikalara, meslek kuruluşlarından STK’lara uzanan geniş bir çeşitliliğe sahip bu tür kurumların işleyiş mantığı, muğlak kutsal metinlerden ya da sofistike kuramsal modellerden değil gündelik yaşamın somut pratiklerinden türemiştir.

İlkellerde, grubun kan bağlarına dayalı iç dayanışması, bir taraftan üyeleri birbirine “bağlı” tutarken diğer taraftan yabancılara karşı bir güvensizlik ve husumet yaratır. Bu karşıtlık, teğet kurumlar üzerinden aşılır. Kurumların ihtişamı, karşıtlığın temelinde varlık sürdürmeye mahsus kaynakların sınırlılığı olduğu gerçeğini gölgelememelidir: Belli bir ekolojik ortamda çoğalan insan topluluklarının maddi ihtiyaçlarıyla o ortamdan sağlanabilen kaynaklar arasında zorunlu bir karşıtlık bulunur. Bu durum, topluluğun ulaşabileceği azami nüfus yoğunluğunu ve doğal kaynaklardan faydalanmanın sınırlarını belirler.

Varlık sürdürme çabalarının başarısı adına, ihtiyaç-kaynak karşıtlığının iki yoldan biriyle aşılması zorunludur: Nüfusu sınırlamak ya da üretici güçleri geliştirmek. İlkel topluluklar, yer yer nüfusu sınırlamaya yönelik araçlar geliştirmiş olsalar da genel eğilim, toplumsal üretimi ve yeniden dağıtımı güvenceye alan teğet kurumlar geliştirme yönünde olmuştur. Teğetlik, toplumlarda dengenin gelişmesinde temel bir öneme sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, patates, soğan gibi temel gıda maddelerinin bile yer yer “nadir element” muamelesi gördüğü koşullarda siyasal söyleme egemen olan “en az üç çocuk” vb. öğütler, teğet kurumsal ilişkiler anlamında bedevi halkların gerisindeki bir düzeyi işaret etmektedir.

SONUÇ

Modern bakış açımızla uyuşmaz görünse de ilkel insan, kendisini tam olarak kavrayamadığı sayısız tehlikelerle kuşatılmış hisseder. Onun bu tehlikeleri yönetme çabası, çoğu kez düşünüldüğü gibi dinleri değil akrabalığı ve teğet ilişkileri koşullandırır. Dahası, ilkel toplumlarda din, bireyin doğaüstü bir güçle olan keyfi ilişkisinden ziyade grubun bütün üyelerinin kendilerini koruyan bir güçle ilişkisini temsil eder. Sosyolojinin kurucu babalarından Emile Durkheim’a göre, bu “güç” aslında toplumun kendisidir. Eş deyişle, güç toplumdadır; itaatin erdemlerini öğreten dinde ya da devlette değil.

Geçim imkânları üzerindeki sınırlılıklar kavranmadan teğet kurumların mahiyeti kavranamaz. Türkiye gibi ülkelerde başat sorun, bu kurumların, üyelerinin varlık koşullarını geliştirmek gibi bir misyonu bulunmayan, sınıf iktidarının gözetimindeki bir tür “dostlar kulübü” ya da hizipler şeklinde örgütlenmiş olmasıdır. Modern toplumun bekası, bedevi yaşamını damgalayan teğet kurumlara geri dönülmesine bağlıdır. Bu kurumların işlerliği ise üyelerini, bedevilerin aşina olmadığı bir kuruma, “devlete karşı” seferber etme kabiliyetine bağlı olacaktır.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir