Öykü ve deneme yazarı Mustafa Şahin, “Dünya böyle bir yer evet ama hani değiştirecektik onu. Özlemimiz bugün vardığımız yer değildi. Dar bir koridor, sığ bir alan değil, olmayacak bir şey, kuzunun kurt ile gezineceği bir ova istiyorduk” diyor.
Birkaç dokunuş ve tashihle 28 sene önce 28 Şubata sürüklendiğimiz günlerde kaleme alınmış bir yazımı arz ediyorum, affınıza mağruren. Sanırım çok eskimemiş. Ya da bana öyle geldi. Bir bakar mısınız?-.
Çok bekledik. Çok özledik. Çok rüya gördük. Çok düş kurduk. Çok düşündük. Çok düştük. Çok haber saldık. Çok haber aldık. Gelmedin ey adalet, ey füsunkâr güzel.
Geleceksen gel gayrı.
Nefesimiz azaldı, saçlarımız ağardı, ufka bakamaz, ufuk çizgisini göremez olduk. Varsan buralardaysan, bizi görüyorsan, sen de gelmek, ahir ömrümüzde bize görünmek, bizi sevindirmek, yüzümüze gülmek, bahtımızı açmak istiyorsan, dünya gözüyle görelim endamını, ısını, ışını.
Bir daha söyleyeyim. Vaktimiz daraldı, gitme zamanımız geldi. Sen çok geç kaldın. Nerde kaldın?
Dizimizde derman, gözümüzde fer kalmadı, belleğimiz zayıfladı, dermanımız azaldı. Ne zamandan beri seni beklediğimizi hatırlayamaz olduk. Sen biliyorsun.
Galiba bütün zamanlarımızda seni bekledik, seni özledik. Çok özledik, beklemekten çok yorulduk.
Çok zayıf iplere, çok yalancı işaretlere bağlandık, Bakışımızı bulandıran, ufkumuzu karartan çok yanlış gözlükler mercekler kullandık. Çok yalan haberlere inandık, çok aldatıldık, yalandan dolandan çok sevindik.
Kursağımız kuş mezarlığı.
Seni bu ayazda, bu kış kıyamette beklerken birbirimize karşı da çok katılaştık taşlaştık. Soğukta sıcakta seni beklerken muhabbetimiz de dondu. Bilmeden istemeden bilerek isteyerek birbirimizin kalbini kırdık.
Güya kırık kalpleri onaracaktık, güya mahzun kalpleri tamir edecektik. Vaktimiz gitti. Hiçbir kabı kalaylayacak, hiçbir şeyi onaracak zamanımız kalmadı. Çok vakit geçti. Çok şey değişti. Çok değiştik.
Cansız, heyecansız, coşkusuz, ritimsiz, rüyasız insanlar oluverdik. Biz böyle değildik. Kendimizi düşünmezdik. İnsan derdik, insanlık derdik, yeryüzü derdik. Büyük konuşurduk.
Konuşur, konuştukça derdimizi büyütür, daha çok konuşmak için daha çok konuşurduk. Ne oldu da her şeyi izah eder her şeyi gerekçelendirir, her soruya beş beş cevap verir olduk.
Kelimeden, cümleden, anlamdan ne zaman ayrıldık. Ne olduk demeye kalmadan, reçeteleri, projeleri, stratejileri hazır insanlar olduk. Düşlerimiz teorisiz, pratiksiz, formülsüz, projesizken adliye koridorlarında, devlet güvenlik, istiklal mahkemelerinde bile seni beklerdik.
Gelecektin, yeryüzümüzü, gökyüzümüzü aydınlatacaktın. Sen gelmez oldun.
Şimdi koltuğumuzda proje dosyaları var ama kime vereceğimizi bilmiyoruz.
Herkese karıştık herkes gibi. Muradımıza erince buldumcuk olduk. Seni unuttuk, sen de zaten gelmez olarak kendini unutturmak istedin.
Dünya böyle bir yer evet ama hani değiştirecektik onu. Özlemimiz bugün vardığımız yer değildi. Dar bir koridor, sığ bir alan değil, olmayacak bir şey, kuzunun kurt ile gezineceği bir ova istiyorduk.
Kenarı Dicle’de bir ova.
Bizimki akıl işi değilmiş. Neydi, nasıldı, bunu artık çok net hatırlamıyoruz ama bu değildi. Bu kadar sıkışık, bu kadar üst üste, bu kadar özsüz olmayacaktık.
Hayatın odağına aldıklarımızın günü geldiğinde bizi de odağa alacağını biliyorduk ama bu kadar dirençsiz güçsüz, savunmasız olduğumuzu bilmiyorduk.
Kuşatılırsak kuşatmayı yararız, işgale, zincire boyun eğmeyiz derdik. Öyle olmadı.
Biliyorum sen de gelmek, görünmek serpilmek istedin ama yolunu kestiler senin.
Duyduk üzüldük ama o da bizi özlemiştir, illa ki bir yol bulur, illa ki dağları aşar, zorlukları geride bırakır gelir dedik. Gelmedin.
Akşam oldu karanlığa kaldık, sen gelmez oldun. Güç kuvvet kudret bize bu kadar yakın değil, elimiz dolu değildi. Güç çok uzaklardaydı. İyi ki de uzaklardaydı. Eli silahlıydı, copu, miğferi, postalı, telsizi, muhbiri, medyası vardı.
“Merkez dinlemede” diye anons eder gürlerdi de biz susar duvar diplerine saklanırdık. O tatil köylüydü; biz köylüydük.
Güç lojman, servis aracı, kravat, asık yüz, evrak, yaz tatili, harcırah, şezlongdu biz gecekondu, muhacir, konargöçer, belediye otobüsü, sendika aidatı, dergi abonesi, abonman kartıydık.
Muktedirler Çankaya’da Kadıköy’de, Konak’taydı biz yeşil kart, fakir fukara fonu, ilim yayma, imam hatip, Kuran kursuyduk.
Onlar ev sahibiydi, biz kiracıydık. Duvara çivi çakamazdık. Bir Hüsn-ü Hat yahut röprodüksiyon da olsa bir Uvernika bir Kudüs tablosu asamazdık.
Onlar vatandaştı, biz halk. Millet derdik kendimize. Sahiller, denizler, adalar onlarındı. Bağcılar, Ümraniye, Sultanbeyli bizim.
Biz borçluyduk. İmarsızdı mülkümüz ama zaten mülk bizim olmadığından umurumuzda değildi. Önünde kalkmamak, ceket iliklememek için saltanatın uzağında kendi köşemizde, mutena dünyamızda olmaklığımız işimize gelirdi.
Kendi sığınaklarımızda, kendi barakalarımızda, derme çatma çadırlarımızda, saçakların altında bir arada, birlikte, sırt sırta, omuz omuza, bodrum katlarda güvenlik içindeydik.
Dere kenarındakiler gibi değil Süleymaniye duvarlarındaki taşlar gibi yekpare değilsek de yekparelik hissindeydik.
Büyüklerimiz vardı. Adımıza düşünme zahmetine katlanırlardı. Onlara güvenerek kendi aklımızı tedavülden çıkarmadık ama onları da kendimiz kadar saltanat kayığına mesafeli sayardık.
Tam olarak ne hâl üzere olduklarını, ne yiyip ne düşündükleri bize meçhuldü. Yakın takiple taciz etmek istemediğimizden aramızdaki o mesafeyi bir ihtiram mesafesi sanıyorduk. Yani mesafeden de memnunduk.
Herkes yerli yerinde olmalıydı. Büyük meselelerin, büyük davaların adamlarının birbirine belli uzaklıkta olması tabiiydi.
Derdimiz kale ileydi. İçeriden mi yoksa dışarıdan mı kolay fethedilir diye düşünürdük. Kuşatmaya fetih derdik. Her zaman ‘İçerden’ diyenler sayısal üstünlüğü ellerinde tuttu, bize de kalabalığa uymak düştü.
Mensubiyetimizden kuşkuya düşsek kalplerimizi sorgular, iman tazeler, kendimizi yargılardık. Birey olmak aklımızın ucundan geçecek olsa aklımız kanar, ‘haşa’ derdik.
Sayısal üstünlük sahipleri hep bizim bilmediklerimizi, nüfuz edemediğimiz yerler olduğunu ima ederler ve fakat kendilerinin o karanlık noktalara nasıl nüfuz ettiklerini bilmediğimizden ihtiyat payını her zaman ‘elde bir’ tutardık.
İhtilaflarımız tarza, yönteme, ilkeye dairdi. Fethi avcılık gibi düşünmediğimizden ava gidenin avlanacağı, kazanacağımız yahut kaybedeceğimiz aklımıza gelmezdi. Gelse de baskılardık.
Fetih yolundaki kayıplara zayiata zayiat, telefat denmezdi. Ruh yüceliğiydi o uğurda ödenen her bedel. Her bedele hazırdık. Simba saflığında ve çocuksuluğunda karanlıklar ülkesinin kurt çakal ve sırtlanlarını hesaba almazdık.
Duyarlıydık. Ölüm tehlikesi karşısında her canlı gibi doğal tepkilerimiz vardı. Bir gün küçük barakalarımızın şenleneceğini umar muazzam kâşanelerin hiçbirini dilemezdik.
Kuşkusuz göçebelikten, konar-göçerlikten, kiracılıktan, zayıflıktan kurtulmak isterdik ama gücün merkezine ağacağımız, nimetlere akacağımız, dünya arzusunda buharlaşacağımız aklımızın kenarından geçmezdi.
Zulme, haksızlığa karşı siperdik. Can siperane siper. Başkasının acısına kanar, başkasının ölümüne yanardık. Zulüm içimizi sabah akşam dağlardı. Gök ekinlere göynürdü özümüz.
Bir hastaya, bir yaralıya, bir yoksula varır elimizden hiç bir şey gelmezse, bir içim su olurduk. İbrahim’i yakacak ateşi söndürmek için yollara düşen karıncanın iki dudağı arasındaki su.
Bir içim, bir yudum, bir damla su.
Yarın anda hak şarabı olarak karşımıza çıkacağından emin olduğumuz.
Ne olacağını, nasıl olacağını iyi bilmesek te bir şeylerin değişeceğine, değişmesi gerektiğine adımız, imanımız gibi inanırdık.
Ey adalet, çok geç kaldın, nerede kaldın?
Bak artık değişiyoruz. Arzu ve özlemlerimizle, düş ve düşüncelerimizle beraber. Yeni hayaller kuracak rüya görecek vaktimiz dahi kalmadı. Eskileriyle idare etmek zorundayız.
Gördüklerimizi hatırlamıyoruz. Acelemiz var. Gün batmak üzere.. Çok zaman kaybettik. Öyle dolu meşgul ve mühim adamlardık, sırtımızda memleket ağırlığında yumurta küfesi ile milletimizin makûs kaderi vardı.
Aymamışız.
Dünya cenneti istemişiz bilmeden. Şimdi hesaba kitaba inanıyoruz ama gitmeden de alacaklarımızı tahsil etsek diyoruz. Her yerde adamlarımız var.
Yapıp ettiklerimizin karşılığını hemen şimdi alsak diyoruz. Gözümüz arkada kalmasa. Bizden esirgenen nimetlerden pay istiyoruz. Bunu doğal hak olarak istiyoruz.
Komşumuz aç olmasına aç ama yapacak bir şey yok. Öncelikle kendimiz için bir şeyler istiyoruz ki bu kavanoz dipli dünyada kendini sağlama almadan başkasının hakkını savunamıyorsun.
Herkesin hukukunu savunabilirsin ama koruyamazsın. Zor günlerden bu günlere geldik. Gayrı safi milli hâsıla hesaplarını artık biz tutuyor, devlet toplum ilişkilerini biz düzenliyor, vergi adalet ve barış reformlarını biz hazırlıyoruz. Bölgeler arası gelir dağılımı dengesizliğiyle ilgileniyor, uluslararası kriz konularına el koyuyoruz.
Asgari ücreti de kimin zengin olacağını, kimin fakir kalacağını –haşa- biz belirliyoruz. Hangi ülkeyle ne kadar ihracat ithalat edeceğimizi, çırakların mesai saatlerini, kadın emekçilerin maaşlarını bile biz tayin ediyoruz.
İhracattan inşaata bütün hayat alanlarını mesela cezaevlerini, sadece mahkûmları değil, başsavcıları, hâkimleri, baroları, gardiyanları, yüksek yüksek mahkemeleri dahi biz tayin terfi, gerekirse tenzili rütbe ediyoruz.
Lakin yine de ey adalet çok geç kaldın, nerede kaldın?
Ey adalet,
ey ateş dîde,
ey füsûnkâr güzel!
Ne istiyorsan iste, emrine âmâdeyiz.
Geleceksen gel gayrı.
Bütün iddalarımızdan vazgeçmeye hazırız sen gel yeter ki. İster doğudan, ister batıdan gel, ister kuzeyden ister güneyden. Ne yandan, nasıl gelirsen gel.
Bizi testse niyetin yeterince test ettin. Daha etme. Bize, ödediğimiz bedele, seni hak edip etmediğimize bakmadan, kendi tabiatın gereği gel. Bize rağmen gel. Yalnız bize değil, herkese, her yere gel.
Gardiyana da gel. N’olur. Bekçiye de, Kurşun askere de.
(Ülke Dergisi,28 Temmuz,1996)