Avukat Abbas Bilgili, 27 Mayıs 1960 darbesinin, Osmanlı döneminde yeniçerilerin kazan kaldırarak isyan etmesiyle benzerlik taşıdığını dile getiriyor.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi, Osmanlı’da kapıkullarının (yeniçeri ve sipahilerin) kazan kaldırarak, isyan etmesinin Cumhuriyet dönemindeki uzantısıdır. Yeniçeriler bazen “istemezük” diyerek padişaha baş kaldırıp, tahttan indirir, bazen de “isterük” diyerek, padişahtan bazı bürokratların kellelerini isterlerdi. Bu durum toplumsal düzenin bozulduğu, askerlere verilen ulufenin (bahşiş ve maaşların) azaldığı dönemlerde daha belirgindi. Bu tür ayaklanmalarda bazı padişahları (örneğin Genç Osman, III. Selim) öldürmüşler, bazılarında ise padişahtan istedikleri kelleleri almışlardır. İstemedikleri sadrazamı görevden aldırıp, istediklerini de göreve getirtmişlerdir. Yaptıkları ayaklanmaları meşru göstermek için de ulemadan fetva almayı ihmal etmemişlerdir.
Benzer durumu 27 Mayıs darbesinde de görmek mümkün. Bir çok sosyal bilimci 27 Mayıs darbesini asker/sivil bürokrasinin halkın seçtiklerine tepkisi olarak değerlendirmiştir. Darbe öncesinde askerler maaşlarının yetersizliğinden çok sık yakınmışlar, “ulufenin” artırılması gerektiğini vurgulamışlardır. Demokrat Parti’yi ve ekibini “istemezük” diye ayaklanmışlardır. Yaptıkları hareketin meşru olduğunu gösterebilmek için, dönemin ulemasından (anlı şanlı hukukçularından) onayı da (fetva) hemen aldılar. Bir Osmanlı geleneği olan “siyaseten katl”, yani padişah veya vezir öldürme, 27 Mayıs’ta da aynen devam etmiş, bir Başbakan (sadrazam) ve 2 bakan (vezir) öldürülmüştür. Yeniçerilerin istedikleri kelleler arasında genellikle Defterdar da olurdu, çünkü ulufe dağıtımı için para bulamamak ya da düşük değerli para (züyuf akçe) dağıtmak onun suçuydu! 27 Mayıs Darbesi’nde de Maliye Bakanı (Defterdar) Hasan Polatkan kellesini kurtaramadı.
Hemen belirtelim ki, Demokrat Parti’nin akıl almaz hata ve yanlışları ile CHP’nin hırçın muhalefeti askeri darbeyi teşvik etmiştir. Demokrat Parti’nin özellikle 1954 seçimleri sonrasındaki uygulamaları, kendisine oy vermeyen il ve ilçeleri cezalandırması, basın üzerindeki aşırı baskısı, gazetecilerin tutuklanması, tahkikat komisyonu adı altında aşırı yetki ile donatılmış DP’lilerden oluşan bir heyetin oluşturulması, Vatan cephesi, radyoyu partizanca kullanması, vs. uygulamalar DP’nin önemli yanlışlarıdır. Ancak bunları darbenin gerekçesi olarak gösterenlere hatırlatmak isteriz ki, bunlar olmasa da darbeci askerler arasında cuntalaşma vardı. Ve cuntacılar kendilerine göklerden gelen bir emirle “ülkeye çeki düzen verme” görevinin verildiği psikolojisi içerisindeydiler. Yani DP’nin yanlışları esas gerekçe değil, işin tuzu biberi olmuştu.
Şunu da özellikle belirtelim, o dönemde demokrasi kültürü çok zayıftı. Uzun bir tek parti döneminden çok partili hayata geçilmişti ama çok partili hayatın gerektirdiği demokratik olgunluk iktidar patisinde de ana muhalefet partisinde de yoktu. Gerek 1924 Anayasası’nın kuvvetler birliğini benimsemiş olması ve gerekse çoğunluğa dayalı seçim sisteminin getirdiği sonuç, iktidar partisini korkunç derecede güçlendiriyordu. Gücü ele geçiren iktidar partisi de, sandıktan çıkmış olmayı demokrasi için yeterli görerek, her şeyi yapmaya hakkı var zannediyordu. CHP’nin demokrasi anlayışı da en az DP kadar zayıftı. Partilerdeki bu ilkel demokrasi anlayışı, cuntalaşma eğilimindeki askeriyede de bütün ilkelliğiyle mevcuttu.
Darbe öncesindeki gençlik hareketleri büyük ölçüde CHP Gençlik Kollarının öğrenciler üzerindeki örgütlü hareketinden kaynaklanmaktaydı. O günleri yaşayan CHP’lilerin sonradan yayınlanan anılarında, gençlik önderlerinin yine sonradan yayınlanan anılarında bu durum açıkça kabul edilmektedir. İsmet Paşa’nın ağır konuşmaları da değirmene su taşımıştır. “Şartlar tamam olduğunda ihtilal meşru olur” diyen Paşa’nın bu sözleri darbeci askerleri teşvik edici rol oynamıştır. Yüzlerce gencin öldürülerek cesetlerinin kıyma yapılarak et kombinalarında saklandığı, ya da asfaltın altına gömüldükleri şeklindeki akıl almaz saçmalıkları dönemin darbecileri ve destekçileri ciddiymiş gibi göstermişlerdir. CHP bunun için araştırma komisyonu kurmuş, hiçbir şey bulamayınca İsmet Paşa bu komisyona “iddia doğru olmasa dahi, doğruymuş intibaını yaratın” demiştir. (Bakınız, CHP milletvekili Kamil Kırıkoğlu’nun anıları)
Darbeci askerler ilk açıklamalarında hareketin “hiçbir şahıs veya zümreye karşı yapılmadığı” yönünde açıklama yapmışken, dediklerinin tam tersini yaparak, yurt çapında DP’li avı başlanmış, il, ilçe örgütlerinde görevli olanlar dahi gözaltına alınmıştır. Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, DP milletvekilleri, genel kurmay başkanı, üst düzey bürokratlar Yassıada toplama kampına dolduruldular.
Adına Yüksek Adalet Divanı denilen, yasada olmayan bir mahkeme kuruldu. Hakimleri askerler atadı. Savcılar ve soruşturma kurulları taraflı ve DP’ye husumeti olan kişilerdi. Askerler bilirkişilerin başında bekleyerek rapor yazdırdı. Başta İstanbul Barosu olmak üzere bazı Barolar, üyeleri olan avukatların DP’lileri savunmalarını yasaklama kararı aldılar. Yargılama tam bir tiyatroydu. Sanık yakınlarının ve avukatlarının sanıklarla görüşmeleri aşırı derecede sınırlanırken, darbeyi destekleyen seyirciler mahkeme salonuna özellikle getirtilerek, savunma yapan sanık ve avukatlar yuhalatılmış, sanıkları azarlayan hakimler alkışlanmıştır. Sanıkların kaldıkları koğuşlara dinleme cihazları yerleştirilerek gündelik hayatlar “Allahsız Gardiyan” denilen Ada Komutanı Tarık Güryay tarafından nefes alışları dahi kontrol altına alınmıştır. Yargılama yapılırken, Allahsız Gardiyan, elinde sopası ile mahkemenin tamamına hakim olan yerinden duruşmaları izlemiş ve beğenmediği savunmalar için koğuşlarda sanıkları azarlamış ve gerektiğinde dayak attırmıştır. (Tarık Güryay anılarında bunu kısmen de olsa kabul etmektedir). Örneğin Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Yassıada’da teğmenler tarafından dövülmüşlerdir.
Yargılama öncesinde ceza yasasında değişiklik yapılarak, 65 yaşından büyüklerin idam edilemeyeceği hükmü geçmişe etkili olacak şekilde değiştirilmiştir. Yine aynı yasadaki değişiklikle, berat etme ihtimali olanların da ceza almasını sağlayacak şekilde 5-15 yıl ceza getiren hükümler geçmişe etkili olacak şekilde değiştirilmiştir. Darbeci askerlere akıl hocalığı yapan dönemin uleması (anlı şanlı hukukçuları) bu yasalara onay vermekle kalmamış, DP’liler için “suçsuzluk karinesi” değil, “suçluluk karinesi” geçerlidir diyebilmişlerdir.
Bir cinayet aygıtı olan Yassıada Mahkemesi, 15 civarında idam ve yüzlerce kişi hakkında da değişik cezalar vermiştir. Celal Bayar Kayseri anılarında, “Türkiye'de çok Dreyfus davası oldu, ama bir tane Emile Zola çıkmadı” der. Milli Birlik Komitesi idamların 3 tanesini onayladı, Önce iki bakan idam edildiler. Menderes intihara teşebbüs etmişti, ertesi gün hasta vaziyette iken, acele ile öğle saatinde Menderes’i de öldürdüler.
Bizim bazı solcularımız bu adi darbeye “devrim” diyerek, “27 Mayıs İlk Aşkımızdı” diyerek övgüler dizmişlerdir.
27 Mayıs sadece DP’lileri değil, toplumun başka kesimlerinde de rahatsızlık yarattı. Darbe emir komuta zinciri içinde yapılmadığı için, disiplin bozuldu. Bazı yüzbaşılar, binbaşılar generallerin önüne geçebildiler.
Sadece iki üniversitesi olan ülkede 147 tane önemli ilim adamını üniversiteden kovdular. Kovulanlar arasında kendilerini destekleyen Tarık Zafer Tunaya gibi isimler dahi vardı. Yaptıkları saçmalığa akıl sır ermiyordu.
27 Mayıs darbesi Kürtlere de büyük zulüm yapmıştır. Doğu ve Güneydoğu’da bilinen ailelerin ileri gelenlerinden çok sayıda Kürt önderi Sivas’ta bir toplama kampına kapatıldı. Daha sonra da ülkenin batısındaki kentlere mecburi iskana tabi tutuldu. Yani Kürtler sürgün edildiler. Sonradan PKK’nın büyümesinde bu sürgün olayının ve 12 Eylül askeri darbe döneminde Diyarbakır zindanında yapılanların etkisi çok açık.
Bazı aydınlar “evet darbe kötü ama 61 anayasası gibi özgürlükçü bir anayasa yapılarak, darbe ibra edilmiştir” diyorlar. Gerçekten öyle miydi? Anayasalar bir “toplum sözleşmesidir”. 61 Anayasası yapılırken, “toplum sözleşmesi” fikri bir yana bırakılarak, büyük çoğunluğunu (% 90 civarında) CHP’lilerin oluşturduğu bir Kurucu Meclis oluşturuldu. Halkın yüzde ellisinin oyunu alan DP’liler anayasa yapımında dışlandılar, yani adamdan sayılmadılar. Görüşü alınmayan kişilerden bu anayasayı benimsemeleri nasıl istenebilir? Düşünür Seneca der ki, “bir mahkeme doğru karar verse dahi, karşı tarafın görüşünü almadan kararını vermişse, o karar doğru değildir”. 61 Anayasası böyleydi. Anayasa oylaması öncesinde lehte propaganda serbest, aleyhte propaganda yasaktı. Buna rağmen oy kullananların yüzde 39’u “hayır” oyu vermişti. Toplam seçmen sayısı açısından bakıldığında, “evet” oyu verenler azınlıktaydı. Bazı illerde, örneğin İzmir’de “hayır” oyları “evet”ten fazla idi.
61 Anayasası özgürlüklerin genişletilmesi ve sosyal haklar bağlamında olumlu hükümler içermekle birlikte, askeri vesayeti anayasal kurum haline getirdi. Darbeci askerleri ömür boyu senatör haline getirdi. Aslında darbecilerin ömür boyu senatör yapılmaları “siyasi rüşvet”ten başka bir şey değildi. Halkın iradesine önemli ortaklar getirdi. Bu yönüyle bir seçkinler anayasası idi. Halka güvensizliğin izlerini taşıyordu. Mümtaz Soysal dahi bu duruma değinmektedir. 61 Anayasası döneminde askerler siyasetçilerin tepesinde “demoklesin kılıcı” gibi durdular. İstediklerini yaptırdılar, istediklerini seçtirdiler, istemediklerini seçtirmediler. 61 Anayasası döneminde “seçilen” Cumhurbaşkanlarının tamamı asker kökenlidir. Bir tane dahi sivil cumhurbaşkanı seçilemedi. Çünkü askerler güya siyasetten ellerini çekmişlerdi, ama siyaseti kendilerine göre dizayn etmişlerdi.
27 Mayıs darbesinin en kötü yönlerinden biri de daha sonraki darbelere zemin hazırlamış olması, cumhuriyet döneminde darbeciliğin yolunu açmış olmasıdır. 27 Mayıs darbesi toplumu daha da bölmüş, idamlarla acıları kalıcı hale getirmiştir. 12 Mart 1971 darbesinden sonra idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarının mecliste onaylanmasında, Menderes ve arkadaşlarının idamlarının fonksiyonu olmuştur. AP’liler rövanşist duygularla Denizlerin idamına “evet” demişlerdir.
Her darbe gibi 27 Mayıs Darbesi de adi bir darbedir. Yeni darbelere kapı aralamıştır. Partilerin kurumsallaşmasını önlemiştir. Toplumsal barışı sağlamak iddiasıyla gelmiş ama toplumun yarısını acı ve hüzne boğarak, acılı ailelerde silinmez izler bırakmıştır.