‘Dindarca Öldürmek’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Üretken kapasitenin görece az gelişmiş olduğu toplumlarda nüfus servet birikimi anlamına da gelir. Nüfusun çoğalması doğanın üretkenliğinin bir devamıdır” diyor.
İyi Çoban
Büyük tanrılar beni, barışı getiren, değneği adalet olan bir çoban olarak adlandırdı… Sümer ve Akad ülkelerinin dağınık sürülerini topladım; onlara yayılmaları için otlaklar, su içmeleri için yalaklar sağladım. Onları bolluk ve bereket içinde güttüm ve huzurlu ağıllarda yaşattım.”
Bu sözleri sıra dışı bir çobanın günlüğünden değil Hammurabi yasalarının giriş bölümünden aldık. Babil kralı Hammurabi (M.Ö.1792-1750), egemenliği altındaki halkların bakıcısı ve koruyucusu rolünü vurgulamak için “İnsanların Çobanı” (Rē’i niši) unvanını benimsemişti.
Ondan yaklaşık bin yıl önce, Sümer kent devletlerinde insanları yönetmekle koyun gütmek arasında benzerlik hatta denklik ilişkisi kurulduğunu görüyoruz. İlk kez Lagash kralı Eannatum “İyi Çoban” (Re’û kīnu) unvanını kullandı. “Ningirsu’nun birinci sınıf çobanı, dürüst çoban” unvanlarını kullanan kral Gudea’nın çobanlığı ise pastoral verimliliğin kaynağı gibiydi: “Senin adına ağıllar inşa edilsin… Senin iktidarında halk yeşil otlaklara yayılsın ve diğer bütün ülkelerin gözü kıskançlıkla Sümer’e yönelsin.”
Isin kentinin kralı Išhme-Dagan, çoban değneğini “insanları uygun adım yürüten, tanrıların bir hediyesi” olarak tanımlarken Larsa kralı Warad-Sin “halkı hizaya getirecek bir değnek” vermesi için tanrıya dua ediyordu.
Çoban ve sürü sözcüklerinin birlikte kullanıldığı bütün bağlamlarda, insanların hayvan sürüsüne benzetilmeyip bizzat sürü olarak algılandığını görüyoruz. Antik Yakındoğu’da çobanlık (rēʾûtu), günümüzdeki birincil anlamından farklı olarak monarşik liderlerin yönetim tarzını damgalayan bir terimdi.
İyi Çoban unvanının yaygın kullanımı, Yakındoğu uygarlıklarının temelinde göçebe çobanlığın bulunduğu tezini desteklemektedir. Göçebe çobanlık, İbraniler dahil olmak üzere bölgedeki Semitik toplulukların başlıca uğraşı idi. Nitekim Musa da Sina çöllerinde koyun güderek antik İsrail’in kuruluşundaki rolüne hazırlanmıştı. Elinden düşürmediği asası, tanrının sürüsünün lideri rolü ile kendi çobanlık kariyerini birbirine bağlıyordu.
İyi Çoban ilkesine dayalı yönetim modeli, İbrani ruhbanlığı tarafından tek tanrılı Yahudi teolojisinin merkezine yerleştirildi: “Rab benim çobanımdır… Onun otlağının koyunlarıyız” (Mezmurlar, 23:1, 100:3) gibi ayetlerin genel olarak güdüm, cesaret ve yol göstericiliğin bir resmini sunduğu kabul edilir. Keza, İsrail peygamberleri de krallara ve hahamlara sorumluluklarını hatırlatırken çoban-sürü metaforundan sıkça yararlanırlardı: “Vay kendi kendini güden İsrail çobanlarına! Çobanların sürüyü gütmesi gerekmez miydi?” (Ezekiel, 34: 2).
Nasıralı İsa İyi Çoban rolünü daha ileri bir boyuta taşıdı ve sürü için kendini feda etti: “Ben iyi çobanım; iyi çoban koyunları uğruna canını verir” (Yuhanna, 10:11). Aziz Paul, Efes halkına veda vaazında kiliseyi ve onun başındakileri “çobanlı bir sürü” olarak tasvir etmişti. Ruhani liderler tanrının sürüsünün çobanı idiler. O günden beri Kilise cemaatinin başı için Latincede “çoban” anlamına gelen “pastör” unvanı kullanılırken cemaat de “sürü” (flock) olarak adlandırılmaktadır. Böylece cemaate yönelik gözetim yükümlülüğü, çoban-sürü ilişkisine atfen tanımlanmış olmaktaydı: “Çoban gibi sürüsünü güdecek. Kuzularını koluyla toplayıp bağrında taşıyacak…” (İşaya, 40:11).
İbraniler için çoban-sürü ilişkisi tanrının insanlarla ilişkisinden fazlası değildi. Çobanlık, tanrının kulları üzerinde icra ettiği dinsel bir iktidar modelini temsil ediyordu. Bir ayette Davud Peygambere “halkım İsrail’i sen güdeceksin” denmiş olsa da Tevrat’ın genelinde tanrı Yehova “İsrail Oğullarının çobanı” olarak tanıtılır.
Yine de İyi Çoban ilkesi “bizi güt/bizi otlat” (ra’enû) anlamındaki yakarışlar üzerinden Yahudilerin yemek dualarına kadar nüfuz etti. Arap Yarımadasındaki yerleşik pagan topluluklar da zamanla Yahudi kültürel yörüngesine gireceklerdi. Nitekim bu yörüngenin dışında kalan Tanrı Elçisi Muhammed ve Mekkeli takipçileri, Medine’de çoban-sürü ilişkisine gönderme yapan metaforları çoktan kendi kültürüne aktarmış bir Ensar topluluğu tarafından karşılandılar.
Çoban (rō’eh), Tevrat ve İncil’de aşağılayıcı değil, aksine övücü ve yüceltici bir yan anlama sahipken Kur’an’da Allah çoban olarak adlandırılmaz. Kuşkusuz O yine Rab’dir ancak çoban değildir; Müminler de sürü değil ümmettir.
Gençliğinde bir ara çobanlık yapmış olsa da Peygamber, kendisini çoban, Müminleri sürü olarak konumlandıran Arapça “ra’inâ” [bizi güt] sözcüğünün ima ettiği kültürel-siyasal ekolojiyi ümmetin geleceği açısından tehdit olarak değerlendirdi. Müminler topluluğu İbrani esinli İyi Çoban ilkesi etrafında örgütlenemezdi. Bu konudaki tanrısal buyruk açıktır: “Ey iman edenler, ‘ra’inâ’ demeyin; ‘unzurnâ’ [bizi gözet] deyin” (Bakara-104). Allah’ta ya da insanlardan herhangi birinde çobanlığa mahsus bir işlevin varsayılması sapkınlıktı.
Raşit Halifeler dönemi sona erdiğinde çoban-sürü ilişkisine dayalı yönetim modelini mahkum eden ayet güçlü bir meydan okumayla karşılaştı. Kur’an’ın bu konudaki ikirciksiz tutumu Emevilerle yükselişe geçen ve Abbasilerde kemalini bulan saltanat siyaseti ile keskin bir karşıtlık içindeydi.
Karşıtlık Kur’an ve hadis bilginlerinin işbirliği ile giderildi: “Ra’inâ” demenin yasaklanması, sadece Yahudilerin Peygamberi aşağılamayı amaçlayan ucuz kelime oyunlarını deşifre etmek içindi. Ayetin “sebeb-i nüzûlü” Yahudilerle ilişkilendirilmiş, muhatabı müminler olduğu halde ümmet dışından bir suçlu bulunmuştu. Kaldı ki çobanlık bir peygamber mesleğiydi. Dahası, Tanrı Elçisi şöyle buyurmuştu: “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur…”
Yörünge değişikliğinin sonuçları çarpıcıydı: Ortaçağ İslam dünyasında “siyasal yapı”, “ümmet” kavramına referans yapılmaksızın hükümdar ve onun uyrukları bakımından tanımlanır oldu. Siyasal etik ve kamu hukukuna dair literatürden dışlanan ümmet kavramının yerini “ra’iyyet” (sürü) aldı. Örneğin Harun Reşid döneminin baş kadısı İmam Ebu Yusuf, “Kitab-ul Harac” adlı eserinde ümmet kavramına sadece bir kez -o da ra’iyyet ile aynı anlama gelmek üzere- atıf yapmıştı. Güncellenen siyasal yapı, Hammurabi’nin şahsında kemalini bulan İyi Çoban ilkesinin gerekleriyle uyumluydu.
Güdücü İktidar
Antik Yakındoğu’da, çoban değneği ile temsil edilen iktidarın hedef nesnesi mera değil mera üzerinde yayılan sürüdür. Antik Yunan’da ise yönetilen halk değil devletti. İnsanları yönetmek, Yunan kent devletlerindeki siyasal elitin aşina olduğu bir fikir değildi.
Bu kent devletlerinin mirası olan “devlet-yurttaş oyunu” hukukun sınırlayıp düzenlediği bir devleti varsayarken Yakındoğu’nun “çoban-sürü oyunu” devletin “kurucu” bir işlevi olduğunu varsayar: Sürü çobanın eyleminden bağımsız olarak var olamaz. Çoban-sürü oyununda çoban, eylemlerinin var ettiği nesne tarafından onaylanmaya ihtiyaç duymayan üstün bir varlıktır. “Oyun” derken, iktidara geliş ve orada kalışla ilgili stratejileri kastediyoruz.
Esasen özgür yurttaşların hak ve yükümlülüklerine gönderme yapan devlet-yurttaş oyunu, yöneten-yönetilen ikilisi açısından toplayıcı ve birleştirici bir rol üstlenir. Buna karşın çobanın eylemi koyunların güdülmesine, bireysel ihtiyaçlarının teminine, karşılığında onların süt ve yünlerinden ve nihayet etlerinden yararlanmaya dönüktür.
Çağımızın önemli düşünürlerinden Michel Foucault, modern zamanlardaki iktidar olgusunu analiz ederken çoban-sürü oyunu ve “pastoral iktidar” metaforlarından yararlanır. “Pastoral” sözcüğü, bir yandan “kırlara ve çobanlığa mahsus” anlamına gelirken diğer yandan “ruhban sınıfına ait” hususiyetleri ifade etmektedir. Pastör hem çoban hem rahip anlamına gelmekle; insan ve koyun sürüsünün güdülmesi “pastor” ve “pastoral” terimleri üzerinden eşanlamlı hale gelir. Dilimizde tekdüze bir karşılığı bulunmayan “pastoral power” kavramını “güdücü iktidar” olarak çevirmemiz bundandır.
Güdücü iktidar, çoban ve sürü arasında değnek üzerinden kurulan ilişkiye gönderme yapar. Çoban bir bütün olarak sürüyle ve sürünün her bir üyesiyle ilgilenmek, onu yönlendirmek zorundadır. Güdücü iktidarın bu “hayırhah” işlevi, bireylerin özel arzu ve sırlarına vakıf olmayı gerektirir. Çoban bu bilgiye dayanarak sürünün bütününü ve her bir koyunu yönlendirir. Güdücü iktidar bireyin yaşamıyla eş sürelidir.
Foucault’ya göre, güdüme dayalı Antik ve Yahudi-Hıristiyan pratikler modern zamanlarda seküler otoriteler tarafından üstlenilmiş; güdücü iktidarın amacı değişmiştir: O artık insanları öbür dünyada Kurtuluş’a yönlendirmeyecek, Kurtuluş’u daha çok bu dünyada sağlayacaktır. Ulus-devletin yükselişiyle birlikte Kurtuluş kavramı din dışı anlamlar kazanmıştır: Sağlık, esenlik, güvenlik vs. bir dizi dünyevi amaç geleneksel ruhbanlığın dinsel amaçlarının yerini alır. Foucault’nun nazarında devlet, antik Yakındoğu’daki güdücü iktidarın modern formunu temsil eder.
Özetleyelim: Üretken kapasitenin görece az gelişmiş olduğu toplumlarda, nüfus sadece iktidar değil servet birikimi anlamına da gelir. Nüfusun çoğalması doğanın üretkenliğinin bir devamıdır. Bu üretkenliğin sınıf iktidarı lehine değerlendirilmesi, yöneten-yönetilen ilişkisini çoban-sürü oyunu üzerinden açıklayan mitolojik-dinsel yorumlara ihtiyaç duyar. Bu türden yorumların geniş kabul gördüğü toplumlarda, örneğin vergisel yükümlülüklerdeki keskin bir artış ya da sosyal medyaya yönelik kısıtlamalar sürünün esenliği içindir. Bunların “Covid-19” ile mücadele kapsamında alınan önlemlerden ilkesel olarak herhangi bir farkı yoktur.
Yöneten-yönetilen ilişkisinin çoban-sürü formunda kurulması, sürünün içinden çobana rakip çıkma ihtimalini de -son tahlilde- bertaraf edecektir.