Muhammet Erdevir ‘Son Gül İçin Prelüt’ kitabındaki öykülerinde modern insanın çoğalan yalnızlığının toplu fotoğrafını çekerek ‘İnsan acaba hangi çağın soylusudur?’ sorusu eşliğinde, tıkanmaya yüz tutan aşkın imrenilesi taraflarına sürüyor kalemini.
REŞİT GÜNGÖR KALKAN
Unutulmaya yüz tutmuş eski çağın insan yüzlerinde okunan, daha çok aşkî seanslar eşliğinde bir bakır kazana tav olup kâgir yuvalarda tünemiş kumrular yok artık; modern zamanların üzerlerine çizik attığı ‘bir lokma bir hırka’ sevdalar, gökdelenlerin, rezidansların, beş yıldızlı otellerin sermaye adındaki efendilerine köle oldular! Girizgâh şöyle dursun, tastamam bir kitap kesecek birazdan yolumuzu. Ve fakat şimdi, niyetim evvelemirde ders vermek şöyle dursun, akıldânelikten kırk konak öte, yavan yapıldak sürüklediğim ruhumu hallice dinlendirmek biîznillah. Eh, yaş kemale erdi artık dediğim anda, modernizmin kurak, sefil, insicamsız vakitlerinde yol aldığımı nasıl olup da unuttuğumu hatırlayıp hepten hayıflandım. Zira modernizm, duygu katili olmaklığıyla pespaye ilişkiler yumağına serenatlar dizen dipsiz kuyular yığını hallerini etraflıca göstermiştir bizlere.
‘Son Gül İçin Prelüt’, öyle sanıyorum ki, son yıllarda okuduğum öyküler arasında, hatırlı, içtenliği sorgusuz bir senfoni tadı/yankısı bıraktı dimağımda. Bu böyledir; bir ses böler edebiyatı, sonra bu sesi, edebiyatın bûsesi saymaya kalkışırsınız. Yaşadığım bûselik fasıl, birkaç gün önce, çok yakınlarda Muhammet Erdevir’in öykülerinde durdu. Durdu deyişim, hasbîlik kesbetmektedir, alelusûl cümlelerden artık kaçar olduk elhamdülillah. Doğrusu, on dokuz öykülük bir unutulmuşluklar albümü seriyor önümüze Erdevir. Unutulmuşluklar; zira ömrümüz ağırdan ağrılı hüzün notaları arasından geçip gidiyor usul usul. Oysa usûl, tam da, hatırlamak kadar yaşamak, yaşadığımız için hatırlamaktı sermayesi tükenen ömrümüz adına. Bunu yapabiliyor yazar, doğru; insana dair hiç de yapaylığın peşine düşmeksizin, hasbî, kalbî tarafında duruyor hayatın. Bu hayat doğrudan, teminat altına alınmış yazgısıyla bizim, hepimizin hayatı. Şiirsel, duru, akıcı ve helecanlanarak katlanan ömür çırpıntısı tastamam.
Erdevir öykülerinde tedailer eşliğinde sarıp sarmalıyor hafızamızı. Geçtiğimiz, yitirilmiş zamanların huzur arayanlarına özgü bir bilinç akışı yanında, iç monologlar, tek sesli korolar halinde mırıldanıyor şarkısını. Bu şarkıya kulak verebiliriz; verebiliriz çünkü sesimiz, boğuk tatlar eşliğinde düğümleniyor kırk boğumluk boğazımızda! Hepimiz aynı kader ırmağının keder suyuyla yıkanmış taşralı kızlar ve erkekler korosuyuz nitekim! Yani, “insan ruhundan ayrılmadan, ruhunun ayırdına varıp kendine yabancılaşmadan aşkın işkence tezgâhından geçemiyor.” kimse. Senfoni bütünlüğü içinde, içten içe sarıp sarmalandığımız her öykü, kalın ve artık kırılganlık geçirmeyen kalp kırıklarıyla örtülmüş. Yoğunluklu ve fakat şiirsel bir tadın sofrasında kelime kelime unutulmaya yüz tutan hüzün artığı metinler kuşatıyor çevremizi. Çünkü aşk, evrensel dili insanlığın! Baskın bir yaşanmışlığın, pişmanlıkların, unutulmuşlukların özge tadını bu öykülerde sunan Erdevir, aynı zamanda ‘büyük öykü’nün peşinde olduğunun işaretlerini veriyor. Yalınlığın kıyısında, insan olmanın özgün taraflarına vurguda bulunan Erdevir, bir anlamda içimizin dışa açılan öyküsünü dillendiriyor. Evet içimiz, bir gül için söylenmiş prelütler partisyonlar yığını. Muhammet Erdevir, anlatıyı dilin bütün imkânlarına uyarlayarak, modern insanın acılarına, gündelik hayatın vazgeçilebilirliklerine çeviriyor bakışları. Çoğunlukla yalnızlığın kıyılarında dolaşan kalemi, bireyin karanlığı yoklayan ve fakat bu yoklayışta adımladığı mekânın uçurumlaşan taraflarını da göz önünde tutuyor. “Sen çok suskundun ve benim bundan çok daha fazlasına ihtiyacım vardı. Susarak konuşan bir insana ne söyleyebilirdim ki? Senin susuşlarından kendi gölgeme sığındım. Taşlara fısıldadım bazı sözleri, bazılarını küçük koylara anlattım. Peşimi bırakmayan o mirasa döneceğim şimdi yüzümü. Rüzgârı ardıma alıp kollarımı açacağım. Tuzlu meltem, sırtını yalayarak mırıldanmaya başlasın çakıl taşlarının şarkısını.” Şu da söylenebilir, kısmet faslının ucunda yaşayanlar için hayat, ucunda ucuz kahramanların sıralandığı ölü bir kelebek koleksiyonundan farksızdır aslında. Fallar sıralanmış, üç vakitler, uzun yollar, hayırlı kısmetler dillendirilmiş ve fakat eksik olan parça bir türlü bulunamamıştır. Mevsim hastalığına tutulmuşların erguvan kokulu hatıralar arasında unuttuğu bir masaldır aşk. Çünkü ayrılıklardan yapılma kalpler taşıyanlar bilmektedir bu sırrı yalnızca. Rüyalarımızda akıp giden, giden ve kalp ağrısı içinde bir daha gelmeyecek olanın sonsuza kadar bıraktığı kavruk, ruh burkuntusuna eş acının adıdır aşk.
Açıkçası engin, yalıtılmış, sarsak bir sancı var bu öykülerde; bir yere ait ol(a)mamanın getirdiği tedirginlik, yazarı boğuk perdeden suskunluğa itiyor çoğu zaman. Var oluş kaygısı yanında yaşama arzusunun büyülü kıldığı kelimeler arasında insan, hakikat ve rüya bağlamında bir tutamak, bir dal arıyor kendisine. Huzur ve tereddüt içinde yerini yadırgayanların yadırganmışlıkları sürüp gidiyor kitap boyunca.
Gün, tene son kez dokunduğunda, vakit buruşuk bir ikindi sonrasıdır artık. Haberler, sinemalar, gazete büfeleri, alışveriş merkezleri, banka kuyrukları, bilet gişeleri ve yağmur bitivermiştir. Belki de biten içimizde, örselenmiş taraflarımızda bir şarkının hemen sonrasıdır. Bir film unutulmuştur artık. Hayat, ince saz taksimi arasında unutulan bir Selahattin Kaynak şarkısıdır: “Yağmur bitmez, yağmur ıslak saçlarında bir mavi akşamı getirir...” Çünkü, “Her insanın hayatı, Tanrı’nın yazdığı bir peri masalıdır”, biten yalnızca duru bir mevsim sağanağıdır. Buna bütün kalbimle inandım. Bütün kalbimle, bütün İstanbul yazından sonra, bütün taşra içinde. Muhammet Erdevir, çoğalan yalnızlığın, kareler halini değil toplu fotoğrafını çekiyor bu öykülerde. Şöhret budalalığının ötesinde, eskimez hasretlere âşık, kalemini kuruyan gönül ırmaklarına çevirerek yapıyor bunu üstelik. Öykümüz yeni bir damar daha yakaladı.
DOĞULU BİR MASAL GİZEMİ: ŞARK VE AŞK
Erdevir içsel olanı biçim açısından hışırdatıyor ve bunu ince bir işçiliğin ve dil bahsinin hemen kıyıcığında gerçekleştiriyor. “İnsan acaba hangi çağın soylusudur?” sorusu eşliğinde, tıkanmaya yüz tutan aşkın imrenilesi taraflarına sürüyor kalemini. Çağ, sevginin gölgede kalan ve üvey tatlar bırakan yansımasıdır çünkü. Bununla birlikte ‘Son Gül İçin Prelüt’, dağınık bir senfonyanın nitelikli partisyonunu bir araya getiriyor. Şarkın hüzünle perdesini açmış olsa bile bu hüzün, bir var oluş kıyısına sağ salim çıkarabiliyor aşk gemisini. Şark ve aşk doğulu bir masal gizemidir ıstırabımızda. Bu ıstırabı batı hiçbir zaman anlamadı, anlayamaz da. Nihayetinde hüzün doğunun, merak ise batının ıstırabıdır. Öyküler, bütünüyle olmasa bile aidiyet unsuru olarak doğu merkezli ve geçmişe nazire yaparcasına psikanalize doğru bir eytişim oluşturuyor. Açıkçası, biliyorum ki, sokak korkularına karışan yalnızlığımız, elimizden tutuveren bir gençlik hayali içinde çoğalmaktadır bir zaman sonra. Konakların, evlerin geceye duran yüzleri, şehri sarsan insan kalabalığı karşısında usulcacık sönen ateş böceklerine benziyor daha çok. Caddeleri, sokakları, mahalleleri ayıran yalancı adresler akşam çökünce yeniden kuruyorlar şehri. Aşk şehirden çekilince, bütün masumluğuyla silinip giden fotoğraflar da unutuluyor. Hem, nereye bakarsanız bakın, akşam şehre çöktükten sonra, kibrit yanıklığına bırakılmış ve perdeleri hep örtük alçacık damlı bir evsinizdir işte. Odalarında geçmişin izleriyle müsemma kâh süzgün gözlerin arkasında unutulmuş bir öksüz, kâh tertibi fettan bir avuntu gezdirir sizi köşe bucak. Hani bıçağın kimseler fark etmese bile kıyımdan duyduğu şehvet gibi gelen akşamla birlikte nedir, nerededir o unutulup giden silüetler? Nedir biten bir günün ardından boğazımıza kadar gömüldüğümüz gümüşten sükût?