AK Parti ile HDP’nin ‘ittifak’ları
Siyasetin gidiş yönünü öngörebilmek için önemli olan toplumdaki eğilimleri ve bu eğilimlerin kırılmalarını tespit etmek.
Detaylar her zaman her yerde önemlidir ama “büyük resim” görünmesin diye küçük detaylara odaklanmak bir çeşit “başını kuma gömme refleksi” olarak günü kurtarabilirse de geleceğe faydası olmaz.
Bu çerçevede örneğin güncel siyaset tablosundaki ittifak ve koalisyon yapılarını olduklarından farklı göstermekle çok az şey elde edilebilir. “Şu parti bu partiyle kol kola siyaset yapıyor” diye propaganda yapmanın karşı blokta oluşturabileceği kırılmaya bel bağlamak yerine kısa zaman öncesine kadar tek başına yüzde ellinin üstüne rahatlıkla çıkabilen bir partinin ittifaklara muhtaç hale gelişinin sebeplerini düşünmek çok daha akıllıca olurdu. Ne var ki iktidar partisinin akla ihtiyacı olmadığı için bu konunun üzerinde durmak gereksiz.
Yine de bu mesele yalnızca AK Parti ile MHP’nin gündemde tuttukları bir konu değil. Bilhassa “sol liberal” aydınlarımız “HDP tabanı sizin adaylarınıza oy veriyor ama siz HDP’yi resmen aranıza almıyorsunuz” diye Millet İttifakı üzerinde baskı oluşturmayı üzerlerine vazife edinmiş göründükleri için burada siyasi fırsatçılıktan ziyade sözkonusu ittifakların mahiyetinin anlaşılmasıyla ilgili bir problem olduğu düşüncesiyle bazı hatırlatmalara ihtiyaç olabilir.
***
Öncelikle “seçim ittifakı konusu nereden çıktı” diye şöyle bir hatırlamak lazım… İktidar partisi başkanlık rejimine geçişin seçim ayağını düzenlerken -sonradan ölümcül bir hata olduğu değerlendirmesi yapılacak olan- “yüzde elli+1” barajını getirmişti. Zaten 16 Nisan 2017’de gerçekleşen halk oylaması da yüzde 51 oy oranıyla yeni sistemin kabulü yönünde sonuçlanmıştı. Ancak bu sonucun ancak MHP’nin desteğiyle alınmış olduğu gerçeği unutulmamak zorunda. Referandumdan sonra gerçekleştirilen yasal düzenlemeyle siyasi partilerin aralarında ittifak kurarak seçime birlikte katılabilmesinin önü açıldı. Daha önce Siyasi Partiler Kanunu’nda mealen “Bir parti seçimde başka partiyi destekleyemez” hükmü vardı, o kaldırıldı. (Dikkat ederseniz Seçim Kanunu’nda yapılmadı değişiklik. Çünkü Anayasa’ya göre bu kanunda yapılan değişikler bir yıl içinde gerçekleşecek seçimlerde uygulanamaz. Nitekim bugün de “yeni partileri engelleme düzenlemeleri” -herhalde bir baskın seçimi ihtimal dahilinde tutabilmek için- Seçim Kanunu’nda değil, yine Siyasi Partiler Kanunu’nda yapılmaya çalışılıyor.)
Seçim ittifakı AK Parti ile MHP’nin güçlerini birleştirebilmeleri için ihdas edilmişti. Muhalefet cenahında bir ittifakın gerçekleşebilmesine ihtimal verilmiyordu. Böyle bir durumun oluşabileceği hesaba katılsaydı muhtemelen başka bir çözüm düşünülürdü. Türkiye’de sağ ve sol partilerin bir araya gelmeleri çok istisnai şartlarda olabilen hadiselerdir. Bu tür işbirlikleri seçimlerden sonra koalisyonlar şeklinde gerçekleşebilse de siyasi maliyeti yüksek olduğu için seçimde düşünülmesi akla bile gelmezdi daha önceleri. Üstelik karşıda ittifak yapabilecek partiler arasındaki “ideolojik mesafe” o kadar açıktı ki AK Parti ve MHP yöneticilerinin bu ihtimali hesaba katmamış oldukları için suçlanmaları haksızlık olur. Zaten yeni kurulmuş olan İyi Parti’nin seçime sokulmaması seçeneği de eldeydi.
Bu noktada CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun stratejik hamlesi her şeyi değiştirdi. Hem o günün dengelerini değiştirdi hem de AK Parti-MHP bloğu için en büyük avantaj durumundaki ittifak sistemini onlar adına en büyük risk faktörü haline getirdi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde -belki de partilerin rasyonel olmayan aday tercihleri yüzünden- muhalefet bloğu başarılı olamadı ama iyi yönetilen yerel seçim ittifakında çok kritik ve stratejik değeri yüksek bir sonuç alınabildi. Böylece anlaşıldı ki iktidar partisinin tabanını konsolide etmeye yönelik kutuplaşma siyaseti artık kendi aleyhine işler hale gelmişti.
***
Peki, iktidarıyla muhalefetiyle bugün “herkesin derdi” durumundaki HDP’nin rolü ve konumu ne bu ittifaklar sistemi içinde? Bunu basit haliyle şöyle açıklamak lazım: PKK 2015’te çözüm sürecini bitirip “devrimci şehir savaşını” başlatmamış olsaydı durum farklı olabilirdi belki ama bugün bu parti kendi pozisyonunu “AK Parti iktidarına karşıtlık” olarak belirlemiş durumda. Nitekim son yerel seçim stratejilerini “Kürt illerinde kendi adaylarımızın kazanması, geri kalan yerlerde AKP adaylarının kaybetmesi” diye açıkladılar. Zaten bunun dışında bir seçeneği kendi tabanlarına kabul ettirme şansları yoktu. Nitekim Öcalan’ın devreye girmesi bile parti tabanının özellikle İstanbul’da Millet İttifakı adayına oy vermesini engelleyemedi.
“HDP tabanı” diye kodlanan seçmen kitlesi İstanbul’da İmamoğlu’na oy vermeseydi CHP’nin adayı seçilemezdi. Bu doğru ama bunun aksinin gerçekleşmesi ihtimalini sözkonusu etmek de bu kitlenin siyasi rüştünü yok saymak değil mi? Yani HDP yönetimi “İstanbul’da kimin kazanacağı bizim umurumuzda değil” diyerek zımnen Binali Yıldırım’ın kazanmasına yönelik bir siyaset geliştirseydi sözkonusu “HDP tabanı” düşünmeden bu kararın peşinden gidecek miydi? Bu konuda Öcalan’ı dinlemeyen kitle aynı çağrı Demirtaş’tan gelseydi buna uyacak mıydı?
Bu bir yana, siyasetin diyaloğa ve işbirliklerine daha açık olması demokrasinin gereği. Toplumu kutuplaştırmak, kompartımanlara bölüp birbirine düşman hale getirmek en büyük tehlike. HDP tabanına yönelik dışlayıcılık görüntüsü ise etnik hassasiyetler itibarıyla daha da büyük tehlike. Bunlar dikkate alınması gereken gerçekler… Ne var ki “HDP’liler ittifak adaylarına oy verdiler öyleyse bu ilişkinin adını koyalım”cılık toplumdaki kutuplaşma ve ayrışmalara engel olma çabasını değil, HDP’nin “tavan”ının bu ittifak sistemi yüzünden “taban kaybetmesi” endişesini yansıtıyor gibi…
Bugün hem AK Parti hem de HDP, görünen o ki, ittifakların ortaya çıkardığı toplumsal ve politik gerçeklere gözlerini kapayarak siyaset yapıyorlar. İktidar partisi tek başına seçim kazanma kabiliyetinin ardından ittifakla seçim kazanma şansını da kaybetme noktasına gelmesinin sebeplerini görmek istemiyor. HDP ise kendisini belki “Türkiye partisi olma” hedefine yöneltebilecek bir fırsatı küçük hesaplar adına görmezden geliyor.