Taha Özhan, 3 Kasım’da yapılacak ABD Başkanlık seçimlerine yönelik değerlendirmelerini sürdürüyor.
Trump’ın kaderinin de ne olacağına dair ABD seçimlerinde neredeyse yanıltmayan bazı tarihsel ve geleneksel göstergeler bulunuyor. Bunlar kabaca sanayi istihdamından bütçe açığına, ticaret dengesinden borsaya, iş onayından yeni doğan bebeklere dönemin başkanının isminin ne kadar verildiğine, Pas Kuşağında yeni istihdam artışından kişi başına gelir oranına dair trendlerden ibaret. 2000 sonrası ilk kez Obama dönemiyle birlikte toparlanan sanayi istihdamı pandemiyle birlikte Trump’ın arzulamayacağı bir şekilde tekrar çöküşe geçti. Her durumda Trump’ın fazlasıyla üzerinde durduğu “Amerika’da üretim” iddiası gerçekleşmedi. Pandeminin II. Dünya Savaşı’ndan beri görülmedik oranlarda darbe vurduğu bütçe açığı, ticaret dengesi, borsa gibi başlıklarda ortaya çıkan negatif trendler, Trump’ın KOVID-19 sürecini ciddiye almamış olmasından dolayı salgından daha fazla kendi hanesine yazılmış durumda.
Benzer şekilde seçimlere üç hafta kala KOVID-19’un ekonomiye vurduğu darbeyi telafi etmek üzere hazırlanan teşvik paketinin Trump’ın Demokratlarla müzakereyi reddetmesiyle iptal oluşu da 3 Kasım’da önemli bir rol oynayacak.
ABD Başkanlarının ikinci dönemde seçim kazanıp kazanmamalarında kuşkusuz en önemli faktör ve gösterge, dört yıl sonunda vatandaştan aldıkları ortalama karne notu oluyor. Trump başkanlığı boyunca yüzde 40’ın az üstünde az altında kalan bir iş onayına sahipti. Bu ortalama iş onayı ya da beğenilme yüzdesi 1940’lardan bu yana bütün başkanlarınkinden daha az bir rakama tekabül ediyor.
Amerikan seçimlerine haftalar kala seçim kabaca 8 eyalete sıkışmış durumda. Arizona, Florida, Georgia, Michigan, Minnesota, North Carolina, Pennsylvania ve Wisconsin’de alınacak neticeler seçimin kaderini belirleyecek. Georgia hariç diğer 7 eyalette Biden yarışı şimdilik önde götürüyor. Bu eyaletlerin Wisconsin hariç tamamını 2016’da Cumhuriyetçiler kazanmıştı. Genel seçmen oylarında ise Biden, Clinton’la mukayese edilmeyecek oranda Trump’a fark atmış görünüyor.
Zaman zaman yüzde 10’un üstüne çıkan Biden-Trump farkına rağmen 2020 seçimlerinin üzerindeki 2016 hayaleti varlığını sürdürmeye devam ediyor. Zira 2016’da da Clinton önde görünmesine rağmen bu kritik eyaletlerde anketlerin hilafına bir netice ortaya çıkmıştı. Bu farkın oluşmasında ana dinamik Biden’ın yarattığı bir heyecandan ziyade Korona döneminde Trump’ın oy kaybetmesi olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu yönüyle sadece Şubat ayında iş onayı oranlarında yüzde 4o’ların üstünü görebilen Trump, dünyada pandemi döneminde iktidar gücü zayıflayan tek isim olarak öne çıkıyor.
2016 seçimlerinde Trump’a oy vereceğini gizleyen ya da hicap duyan ciddi bir seçmen kitlesi bulunmaktaydı. Bu durum anketleri kısmen yanıltmış olsa da dikkatli bir incelemede anketlerin ciddi bir yanılsama içerisinde olduğunu söylemek zordur. Mart ayından bu yana yaşananları göz önüne aldığımızda seçimin nereye doğru gideceğine dair bazı senaryolar geliştirmek mümkün.
Bu senaryo ve eğilimlerin Biden lehine olanlarının hayata geçmesi anketlere bakılırsa oldukça kuvvetli bir ihtimale dönüşmüş durumda. 2016’daki anketlerde ABD seçim tarihinin en az sevilen iki adayı olarak çıkan Clinton ve Trump yarışmıştı. Biden seçmenin âşık olduğu bir isim olmasa da Clinton’a göre en azından Demokrat Parti tabanında daha fazla beğenilen bir isim. Bunun yanında “üçüncü parti” fenomeninin 2020 seçimlerinde dikkate değer bir rol oynayacağını da söylemek mümkün. Amerika’da iki parti hegemonyasının dışında farklı partilerde bulunuyor. Hofstadter’in “arılar gibi soktuklarında ölürler” dediği üçüncü partilerden Liberteryen Parti Cumhuriyetçilerin, Yeşil Parti ise Demokratların canını geçmiş seçimlerde acıtmayı başardılar. Yeşil Parti ve Liberteryan Parti 2016’da toplam yüzde 6’ya yakın oy almışlardı. Aynı oran Obama’nın aday olduğu seçimlerde yüzde 1’e kadar inmişti. Kutuplaşmanın oldukça sert geçeceği 2020 seçimlerinde, her ne kadar hali hazırda Demokratlar güçlü oldukları eyaletlerde daha etkin olsalar da “üçüncü parti” fenomeni neticeye etki edecek bir dengeye oturabilir.
3 KASIM’DA SONUÇLANIR MI?
Bütün bu neticelerden birisinin muhakkak hayata geçecek olması bile Amerikalıların biraz abartılı olsa da muhtemel bir seçim krizi senaryosunu gündemde tutmalarını engelleyemiyor. Yani bu neticelerden hangisi vuku bulursa bulsun, sonucu 3 Kasım akşamı ya da 4 Kasım sabahı görmemiz mümkün olmayabileceği gibi 2000 seçimlerini aratan bir kaotik senaryo da vuku bulabilir. Bu senaryo ve tartışmaları ortadan kaldırabilecek en önemli gelişme 4 Kasım günü seçim sonuçlarının açık bir farkla ortaya çıkması olacaktır.
Trump aylar öncesinden seçim kampanyasını “Demokratlar hile yapacaklar” zemini üzerine oturtmuş durumda. Bu, zaten tam bir karmaşa içerisinde olan seçim mevzuatı, birbirinden bağımsız ve denetlenmesi mümkün olmayan seçim sonuçları tasdik mekanizmaları ve farklı oy kullanma metotlarından dolayı tartışmaya her zaman açık olan seçim sürecini daha da kırılgan hale getirmektedir.
Bu seçimin önemli ve ciddiye alınması gereken bir tartışma konusu da mektupla kullanılan oylardır. 2016 seçimlerinde Amerikalıların yüzde 25’i mektupla oy kullanmışlardı. Bu sayının pandemi şartlarından dolayı ciddi oranda artması tahmin ediliyor. Seçim akşamı açık bir fark ortaya çıkmadığında mektupla kullanılan oyların eyaletlere göre farklı sayım prosedürlerinden dolayı bir kaosa yol açmasından çekiniliyor.
Bu oylar henüz hesaplanmadan Trump’ın başkanlığını ilan etme ihtimali birçok kişi tarafından yabana atılmayan trajik bir senaryo olarak dillendiriliyor. 2020’nin bütün geriliminin 3 Kasım gecesine akacağı hesap edildiğinde, muhtemel bir Trump provokasyonu veya 269-269 başa baş senaryosunu mümkün görenler azımsanmayacak oranda.
Bütün bu senaryolar ortasında seçim sonuçlarının bazı eyaletlerde belli olmaması durumunda Amerikalıları gerçekten bir krizin beklediğini söylemek yanlış olmaz. Böylesi bir durumda, tekrar sayılmayan ya da açılmayan mektup oylarına bakılmaksızın “safe harbor” denilen itiraz dönemi 8 Aralık’ta dolacaktır. Bu çok ciddi bir tartışmanın başlamasına yol açarak seçim sonuçlarını itirazlar eşliğinde bir bilinmezliğe sürüklerken, Anayasal krizin önünü açabilecektir.
Bu durumda iki asır önce böylesi bir vaka için getirilmiş olan çözüm formülü masaya gelerek Başkan’ın Temsilciler Meclisi, Başkan yardımcısının ise Senato tarafından seçilmesi gündeme gelebilir.
Buraya kadar dillendiren -geçmişte örnekleri de bulunan- bu karmaşa yetmiyormuş gibi bu eyaletlerin bazılarında Vali Biden’ın seçiciler üyelerine, Meclis ise Trump’ın üyelerine mazbata verebilir. Bu senaryoları 1933’te Anayasa’nın 12. Maddesinde yapılan tadilatlar veya 1947’de çıkarılan Başkanlık devir teslim kanunu eşliğinde daha da renklendirmek de mümkün. Bütün bu fantastik ve zorlama senaryoların ortaya dökülmesinde Trump’ın sınırlarına yani ne kadar ileri gidebileceğine dair iyimser bir tahminde bulunulamaması yatmaktadır. Hal bu olunca da 2000 seçimlerindeki karmaşanın mumla aranır hale gelmesine kimse şaşırmayacaktır.
Yaşanan süreç farklı ekonomik, siyasi ve toplumsal belirleyici dinamiklerle incelendiğinde Trump’ın seçimleri kazanması durumunda sosyologların, siyaset bilimcilerin, istatistikçilerin veya psikologların meseleyi vuzuha kavuşturmak üzere nasıl sancılar çekebileceğini şimdiden tahmin edebiliriz.
Bu durumda apokaliptik bir izahtan daha muhkem bir açıklama da olmayacaktır. Bu gizemli ihtimali bir kenara bırakırsak; 2016’da Obama döneminden mütevellit “Amerikan korkuları ve ırkçılığı etkisiyle” Trump’ın kazandığı seçimleri, 2020’de Trump’ın sebep olduğu “rasyonelleşme talebiyle” Biden’ın kazanacağını öngörebiliriz. Bununla birlikte, Trump Amerika’sında son dört yıl boyunca birçok radikal gelişmeye alışan Amerikalılar, 2020 seçimlerinin şimdiden distopik bir seçim olmasına oldukça hazır görünüyorlar.
Son tahlilde 19. yüzyılın ünlü Amerikalı romancısı William Dean Howell’in dediği gibi “Amerikan halkı her zaman mutlu sonu olan bir trajediyi arzular”. Amerika’nın derdinin dünyayı da gerdiğini akıldan çıkarmazsak; Amerikalılar için mutlu sonun ne olacağı, Amerikan seçimlerinde oy kullanamayan Dünya’nın içinden geçtiği trajedinin tabiatını değilse de istikametini tayin edecektir.
TAHA ÖZHAN KİMDİR?
Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olan Taha Özhan, aynı zamanda Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olarak görev yapıyor. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2009-2014 yılları arasında kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın başkanlığını yürütmüştür. Doktorasını Siyaset Bilimi alanında yapan Özhan’ın yayımlanmış son kitabı ‘Turkey and the Crisis of Sykes-Picot Order’.