Taha Özhan “Literatüre Trumpokaliptik’i hediye eden ABD Başkanı, 21. yüzyılın önceki asrın ‘dengesinden’ ne kadar kopacağını ve bunun maliyetinin ne kadar ağır olacağını belirleme gücü olduğunu herkese ispatladı” diyor.
Eğer hâlâ 2020’yi yeterince ilginç bulmayanlar kaldıysa, Amerika her şeyiyle bu açığı kapatmak için elinden geleni yapıyor. Tek başına Amerikan seçimleri ve Trump fenomeni, hali hazırda romanlardan filmlere, siyasi gelişmelerden ekonomik dönüşümlere, 20. yüzyıl küresel ekonomi-politik düzenin çözülüşünden eski korkuların canlanışına, COVID-19 pandemisinden milliyetçilik ve popülizm salgınına varıncaya kadar küresel distopya pazarımızın tezgahına çıkmış kıyamet senaryoları arasında en fazla parıldayan apokaliptik unsur olarak yerini almış durumda.
Distopik, apokaliptik ve komplo arz zincirini ciddi şekilde ifsat ederek literatüre Trumpokaliptik’i hediye eden ABD Başkanı, 21. yüzyılın geçen asrın “dengesinden” ne kadar kopacağı ve bunun maliyetinin ne kadar ağır olacağını belirleme gücü olduğunu herkese ispatlamış durumda. Bu durum trajik bir şekilde Amerikan seçimlerini dünyanın da seçimleri haline getiriyor. Dolayısıyla 3 Kasım akşamı dünya, oy kullanamıyor olsa da bir yönüyle “kendi seçimlerini” de izlemek zorunda kalacak. Başka bir ifade ile 3 Kasım Amerikan imparatorluğunun sıradan bir ulus devlete ya da “Amerikan müstesnalığının Amerikan aleladeliğine” dönüşme sancılarının küresel düzeyde nasıl ve hangi hastalıklara yol açacağının belireceği bir tarih olabilir.
Başkanlık seçimlerini kimin kazanacağı ne Amerika ne de dünya açısından hiç bu kadar önemli olmamıştı. Dört yıl önce seçim dönemini, kampanyasını sirke çeviren Trump’ın vesile olduğu Amerikan aşağılanması duygusuyla takip eden ancak seçim gecesi makulün kazanacağı önyargısıyla saat farkından kaynaklı uykusuzluğa bile değmeyeceğini düşünerek uykuya dalanlar, sabah kalktıklarında Trump’ı başkan olarak bulmuşlardı. Belki de 11 Eylül’den beri ilk kez dünyanın farklı kıtalarıyla birlikte milyonlarca Amerikalı o geceyi uyanık geçirmek zorunda kalmıştı.
Tıpkı Brexit referandumunun geçmesiyle bunca yıldır dokunulmazlık altında bulunan “Kraliçe teorisinin” hak ile yeksan olması gibi yılların “Amerikan devlet aklı, WASP ve bilumum derin devlet” teorileri de pis bir gerçek yüzünden herkesin gözü önünde telef oluyordu. Yine de telaşa gerek yoktu. Washington Trump’a bırakılmayacak kadar ciddi bir yerdi. Elbet bir şeyler yapacaklardı. Ancak naif beklentilerin ve asırlık ezberlerin inadına Washington Trump’a teslim edildi. Sadece dünyanın farklı yerlerinde, Amerikan dehlizlerinde büyük komployu arayanlar değil, Amerikalılar da gözlerinde büyüttükleri müesses nizamın felç oluşunu izlediler.
Göreve geldiğinden beri Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Yardımcısını toplam on kez, İletişim Başkanını altı, sözcüsünü ise dört kez değiştiren Trump, Reagan’dan bu yana dört yıllık görev süresi içerisinde kabinenin yüzde 70’ini değiştirerek bir rekora imza attı. TV’de Çırak isimli bir Show programı yapan Trump, marka sloganı olarak “Kovuldun”u kullanmaktaydı. Amerikalılar bu Show’a atıfla Beyaz Saray’ın mukimi olduktan kısa bir süre sonra, Trump için “açılır kapanır giriş kapısını döner kapıyla değiştirdi” demeye başladılar.
Dört sene oldukça hızlı geçti. O kadar baş döndürdü ki Amerikalılar kendi ifadeleriyle “sıkıcı politikacıları ve soğuk Washington”u, dünya ise yıllarca lanet ettiği eski Amerika’yı arar hale geldi. Neredeyse Amerikan “müstesnalığının ve vazgeçilmezliğinin” kıymeti yeniden keşfedildi. Başka bir ifade ile “istisnai özellikleri” olan, “varlığı ve yokluğunun” benzer hatta yokluğu daha fazla maliyetlere yol açan Washington’un küresel dengede ne anlama geldiği gayet iyi anlaşıldı. Küresel sistemde Amerikan cari fazlasına haklı olarak kızanlar, Amerikan açığının dünyaya maliyetini de idrak eder hale geldiler.
Bretton Woods’a küfredenlerin ufukta Çin’i görünce, Batı sömürgeciliğine saydıranların küresel siyasal krizi hissedince; itiraf ve telaffuz etmeseler de yeniden bir Amerika talebini arzuladıkları bile söylenebilir. Hasılı kelam Amerikasız bir dünyanın Amerikalı bir dünyadan daha az maliyet üretmediği, Amerikasız dünya arzusunun proaktif değil reaktif bir yaklaşım olduğu anlaşıldı. 3 Kasım geçen dört yılın bir demo olarak kalıp kalmayacağının anlaşılacağı gün olacak.
Amerikan siyasal yaşamını anlamanın öncül koşulu Amerikan seçim sürecini ve mevzuatını anlamaktan geçiyor. Amerika mücbir sebepler dahil, erken seçimin ve hükümet düşmesinin bilinmediği bir ülkedir. Amerikan seçimleri dört yılda bir “Kasım ayının ilk Pazartesi sonrasındaki Salı” günü yapılmaktadır. Amerikan seçimlerinde son oylar 3 Kasım’da atılacak. 14 Aralık’ta, seçilen 538 kurul üyesi bu seferde başkanı seçmek için toplanacaklar. 6 Ocak’ta Kongre saat 1’de toplanarak, ritüeli tamamlamak üzere, Seçiciler Kurulu oylarını sayacak ve kimin 270’e ulaştığını tespit ederek başkanı ilan edecek.
20 Ocak’ta ise devir teslim ve yemin töreni yapılacak. Buraya kadar aktarılanlardan seçim sürecinin oldukça şeffaf ve öngörülebilir olduğunu düşünebiliriz. İşin aslı ise biraz farklı işlemektedir. Açıkçası Amerikan seçim sistemi ve seçimlerine dair gelinen son nokta bize kesinliği olan tek şeyin artık seçimin 172 yıldır aynı olan tarihi olduğunu göstermektedir. Bu, ilk seçimini 231 yıl önce yapmış bir ülke için ilginç bir duruma işaret etmektedir. İki asır önceki bazı seçimlerde yaşanan ve oldukça anlaşılabilir bazı krizlerden sonra Amerikan seçim sistemi bütün ilginç tabiatına rağmen milenyuma kadar büyük bir kriz çıkarmadan ulaşmıştı.
Ancak 2000 seçimlerinde Bush ve Gore arasındaki yarış tam anlamıyla bir kargaşaya dönüşerek 1 oy farkla Bush’un kazanmasıyla sonuçlanmıştı.
Donald J. Trump, Amerikan tarihinde beşinci kez seçimleri kaybederek kazanmayı başaran kişi oldu. Gore’un 2000’de yarım milyon oy fazla alarak kaybettiği seçimleri bu sefer de Clinton 3 milyon fazla oy alarak kaybetmişti. 20 yıl içerisinde iki kez dili yanan Amerikalılar, 2020 seçimleri için her türlü senaryoya açık bir şekilde seçimlerin sonucunu bekliyorlar.
Ancak bu sefer işleri karıştıran ya da “müstesna olan” tek mesele seçim sistemi de değil. Michigan eyaletinde darbe girişiminde bulunmaya kalkan milis gruplardan ABD Başkan adaylarının COVID-19’ten ölme senaryosuna, seçimleri AGİT’in yakından izlemesi çağrılarından BM’yi sürece davet edenlere, oy kullanma merkezlerini silahlı milis grupların basma ihtimalinden mektupla kullanılan oyların sayımının haftalar süreceğine, seçimlere hile karıştırılacağı iddialarından Trump’ın kaybetse de koltuğunu bırakmayacağına kadar renkli senaryolar ve olaylar gündem oluşturabiliyor.
Ortada bir seçim kampanyası yok. Trump’ın çıkışlarıyla bütün gündemi belirlediği, olabildiğince savruk ve bir o kadar da absürt bir seçim dönemi Trump’ın reality show’u şeklinde geçiyor. Amerikalılar için an itibariyle 3 Kasım gecesi ya da 4 Kasım sabahı için en olumlu senaryoları en azından seçim sonucunu öğrenebilmeleri.
Kaybedenin kazanabildiği, toplam oy ile kazananı belirleyen oyların farklı olduğu, seçimlerin bir maç skoru gibi berabere bitebildiği, seçim sonucunun yıllar öncesinden onlarca eyalette bilindiği ve dolayısı ile seçimin fiilen sadece 6-7 eyalette yapıldığı, binlerce farklı yargı unsurunun ve partili valilerin seçim sürecini yönettiği, eyaletine göre farklı yasal mevzuatlar altında seçimlerin yapıldığı, aynı pusulada bazen onlarca farklı şeyin seçiminin yapıldığı, mektupla, arabanızdan inmeden veya haftalar öncesinden -erken- oy kullanıldığı, seçmenin seçmen olabilmesi için bizzat kendisinin gönüllü seçmen kaydı yapması gereken bir seçim sistemi! Büyük bir karmaşa gibi görünen bu fotoğrafın arkasında Amerikan seçimlerinin dünyanın gördüğünün aksine bir koltuk için yapılan merkezi bir seçimden ziyade, ciddi tarihsel, siyasi ve iktisadi yükler altındaki, tamamen âdem-i merkeziyetçi bir zeminde aslında 50 ayrı eyalette 50 ayrı seçim olarak yapılıyor oluşu var.
Amerika kelimenin tam anlamıyla bir seçim ülkesidir. Senato’nun yüzde otuzu, Temsilciler Meclisi’nin ise tamamı iki yılda bir yenileniyor. Amerikalılar mütemadiyen seçimlerin içerisinde yaşayan ve zannedilenin aksine oldukça siyasallaşmış bir toplum. Amerika’da yarım milyondan fazla pozisyona seçimlerle geliniyor. Mesela bazen bir eyalette bir seçmen aynı anda ABD Başkanı, Başkan Yardımcısı, Senatör, Temsilciler Vekili, Vali, Vali Vekili, Yedi Eyalet Yürütme Üyesi, Beş Eyalet Hâkimi, Eyalet Senatörü, Eyalet Vekilleri ve binlerce yerel kamu görevlisini seçmek üzere sandığa gidiyor. Hatta bazen bu pusulaya bir de o eyalete özgü referandumlar ve başka yöneticiler de ekleniyor. Amerikalıların “falloff” dediği bu durumda, sayfalar dolusu hale gelen oy pusulasıyla oy kullanmak başlı başına bir maratona dönüşmektedir.
Sandığa ulaşıp, oy pusulasını doldurabilen Amerikalılar seçim maratonunun sadece birinci ayağını tamamlayabiliyorlar. Yani eyaletlerinde seçmek istedikleri kişileri ve ABD Başkanını seçecek olan kişileri seçmiş oluyorlar. Maratonun ikinci etabı ise Seçiciler Kurulu denilen tamamen Amerika’ya özgü mekanizmanın çalışmasıyla tamamlanabiliyor.
Peki tüm bu süreç tamamlandığında gecenin kazananı gerçekten kazanacak mı? Eğer bu sorunun cevabı gerçekten varsa yarınki yazıya…
TAHA ÖZHAN KİMDİR?
Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olan Taha Özhan, aynı zamanda Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olarak görev yapıyor. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2009-2014 yılları arasında kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın başkanlığını yürütmüştür. Doktorasını Siyaset Bilimi alanında yapan Özhan’ın yayımlanmış son kitabı ‘Turkey and the Crisis of Sykes-Picot Order’.