Görüşler

Zafer Tekin yazdı: Müslüman Türk’ün son gurur halkasını kuran kahraman

Zafer Tekin yazdı: Müslüman Türk’ün son gurur halkasını kuran kahraman

Sahipkıran Stratejik Araştırmalar (SASAM) Türk Dünyası Masası Direktörü Zafer Tekin, Medine kahramanı Fahreddin Paşa’nın direnişini yazdı.

Yedi düvelle, diğer bir ifadeyle “düveli muazzama” ile tutuştuğumuz 1. Dünya Savaşında, çölün ortasında 3-4 bin Mehmetçiği ile dimdik ayakta duran, yılmayan ve yıkılmayan bir Fahreddin Paşa’mız var ki, milletimizin mazisinde tüm azametiyle durmaktadır.

Çanakkale’de İngiliz ve Fransızlara karşı varını yoğunu ortaya koyan Osmanlı, bir taraftan da İngilizlerin Mısır üzerinden sevkiyatını engellemek amacıyla Kanal harekâtı için hummalı bir çalışma ile Filistin cephesine ehemmiyet vermekte, bu minvalde de Şerif Hüseyin’den yardım beklemektedir. Sultan Abdülhamit Han zamanında tam 17 yıl İstanbul’da tüm ailesi ile birlikte göz hapsinde tutulan Şerif Hüseyin, 1908 yılının son aylarında serbest bırakılarak Hicaz’a “Emir” olarak gönderilmiştir. Bilahare, kendisinden yukarıda zikrettiğimiz Kanal Harekâtları için 60 bin altın verilerek gönüllü asker toplaması istenmiştir. Söz konusu parayı alan Şerif, 4 oğlu ile birlikte topladığı gönüllüleri (bedevileri) Fransız ve bilhassa İngiliz destekli olmak üzere devleti arkadan vurmak için silahlandırmıştır.

Fahreddin Paşa, I. Dünya Savaşı başladığında 4’üncü Ordu’ya bağlı 12’nci Kolordu komutanı olarak Musul’da bulunmaktadır. 1915’te 4’üncü Ordu komutan vekilliğine getirildi. Bu bölgede iken hem tehcire tabi tutulan Ermenilerin yerleştirilmesiyle uğraşmış, hem de Urfa, Zeytun, Musadağı ve Haçin Ermeni isyanlarının bastırılmasında aktif rol almıştır. O tarihlerde Medine’nin ve Hicaz’ın can damarı, Sultan Abdülhamit Han döneminde büyük bir özveri ve gayretle yaptırılan Hicaz Demiryolu’dur ve son durağı Medine’dir. İngiliz Ajan Lawrence’in mihmandarlığında bedevilerce sık sık bahsi geçen demiryolu bombalanmakta ve Medine’nin anavatanla bağlantısının kesilmesi için gayret edilmektedir.

1916 yılının başında Çanakkale’de kesin yenilgiye uğrayan İngilizler, bu sefer tüm güçlerini Filistin cephesine kaydırmışlar Osmanlı’nın elinde bulunan bu kutsal vatan topraklarını işbirlikçileri Şerif Hüseyin’in de yardımıyla bir bir ele geçirmeye başlamışlardır. Bu beldelerde ve bu beldelerin ev sahipliği yaptığı mübarek mekânlarda bulunan maddi değeri milyarlarca lirayı bulan ve manevi değeri ölçülemeyen binlerce parça tarihi eserlerin (İslam büyüklerine ait şahsi eşyalar, Osmanlı Padişahları, sultanları, vezirleri ve diğer ülkelere ait devlet başkanlarınca hediye edilmiş paha biçilemez elmaslarla, incilerle süslenmiş, kılıçlar, şamdanlar vs.) İstanbul’a nakli yine Fahreddin Paşa’nın üstün gayretiyle hiçbir parçasına halel gelmeden gerçekleştirilmiştir.

Diğer taraftan, Medine’nin boşaltılarak orada bulunan asker ve silahların Filistin cephesine kaydırılması gündeme gelmiş, hatta bu tahliye için Mustafa Kemal Paşa görevlendirilmiştir. Öte yandan, Medine’nin boşaltılacağını öğrenen Fahreddin Paşa, bağlı olduğu 4’üncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya çektiği telgrafla özetle; “söz konusu boşaltmaya katiyyen mahalifim, eğer asıl maksat buradaki kuvvetten yararlanmak ise, acaba Medine için bir piyade alayı ile bir batarya olsun bağışlanamaz mı? Benden yetki ve altın esirgemezseniz Hakkın inayeti Peygamberimin ruhaniyetiyle burada uzun müddet yaşayacağıma ümidim berkemaldir” teklifinde bulunmuş, Cemal Paşa da durumu Enver Paşa’ya bildirmiştir. Medine’ye ve orada bulunan sevgililer sevgilisine sonsuz muhabbet besleyen Enver Paşa tahliyeden vazgeçmiş, Fahrettin Paşa ve bir avuç Mehmetçiği yine o kutlu şehire ve O’nun asıl sahibine emanet etmiştir.

17-12/20/2112krr11a.jpg

Peygamberin gölgesinde kalan ve bu mukaddes beldeyi canları pahasına savunmakta sağlam bir irade ve iman ortaya koyan Fahreddin Paşa komutasındaki bir avuç Türk, çölün ortasında muazzam bir savunma ve yaşam mücadelesine girmiş, Anadolu ve dolayısıyla İstanbul ile tüm bağlantılarının kesildiği halde her türlü imkânsızlığa göğüs gererek Hicaz’da Müslüman Türk’ün son gurur halkasını teşkil etmişlerdir.

Medine, 1917 yılının ilk aylarında İngiliz destekli ordu ile kuşatılmış ve dış dünya ile bağlantısı kesilmiştir. Hayvanların bile açlıktan ölmeye başladığı bir zamanda, Fahreddin Paşa başta çekirge yemek olmak üzere, birçok çareler üretmiş, kısıtlı imkanlarla tarım alanları oluşturmuştur. Askeri bir deha olarak şehrin dört bir yanına kısıtlı imkânlarla dâhiyane şekilde savunma mevzileri oluşturmuş ve tahkim etmiştir. Bu şartlar altında ateşten günler geçirilmekle birlikte hazin sona da adım adım yaklaşılmıştır. Ta ki Osmanlı Devletinin İtilaf Devletleri ile yaptığı 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar. Söz konusu antlaşmanın 16’ncı maddesi; “Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta bulunan muhafız kıtalar en yakın itilaf kumandanına teslim olunacaktır” hükmünü içermektedir ve söz konusu madde kısacık fakat apaçıktır. Acı haber dünya ile bağlantısı olmayan Medine’ye ancak iki gün sonra İngiliz vasıtaları ile ulaştırılmıştır. Beyninden vurulmuşa dönen Fahri Paşa, birkaç gün antlaşmayı gizlemiş, savunma çemberini biraz daha daraltmaya karar vermiştir. Kısa zaman sonra antlaşma duyulmuş, zihinler bulanmış, belirsizlik ve karışıklıklar başlamıştır.

3 Kasım ve 28 Kasım tarihli tel emirlerine kayıtsız kalan Paşa bir tarafta, İngiliz baskısı karşısında çaresiz kalan İstanbul diğer taraftadır. Fahreddin Paşa’ya 8 Aralıkta İstanbul’dan Ziya Bey isimli bir kurye ile bizzat Harbiye Nazırının mektubu gönderilerek Paşa’dan Medine’nin teslimi kesin olarak bildirilir. Bu emre rağmen Paşa, silahı ve savunmayı bırakmayacağını söyleyerek; “…Medine Kalesi bir askeri mevki olmakla beraber aynı zamanda hilafet bakımından da pek mühim bir yerdir. Şu halde buranın teslimi için yalnız Harbiye Nazır’ının ve hükümetin emri yetmez, Halife ve Padişahın bir emri ve iradesi olmalı ve bu emir ve irade de Osmanlı Meclisi tarafından tasdik edilmiş olmalıdır” der ve keser atar. Yolun sonuna geldiğini bilen Fahreddin Paşa bu kez Padişahın bu iradeyi ve sözleri düşman baskısı altında, çaresiz kalarak vermiş ve söylemiş olduğunu ileri sürerek, kerhen verilmiş şeylerin bir hükmü olmayacağını ifade eder ve teslimi üçüncü defa reddeder.

Osmanlı’nın içinde bulunduğu ittifak devletleri içerisinde düşmana terk edilmemiş tek yer Medine olmakla birlikte, düşman da elinde her türlü imkan olmasına rağmen Medine’ye girmeye cesaret edememiş, Fahreddin Paşa da asla bu mübarek şehri teslime yanaşmamıştır. Mondros Ateşkes Antlaşması’na imza atılmasından itibaren Medine’yi teslim etmeyip 70 gün direnen Fahreddin Paşa için artık her şey bitmiş ve teslim olma vakti gelip çatmıştır. Paşa gayet üzgün ve bitkin halde son hazırlıklarını yaparak, makamından çıkmış ve kapıda bekleyen emir erlerine ve dışarda bekleyen yerli halka bakmadan ve konuşmadan kendisini bekleyen arabaya binerek şoförüne “haremi şerife” demiştir. Medine’den ayrılanların Peygamber efendimize veda ziyaretinde bulunması adetten olduğu veçhile, herkesçe normaldir. Ravza-i Mutahhara’ya giderken yol boyunca sokakları dolduran halkı yaşlı gözlerle ve acı bir tebessümle selamlayan Paşa, Peygamber Efendimizin huzurunda daha bir mahzunlaşacak ve daha bir bitkin ve üzgün hal alacaktır. Ve birkaç saat sonra Paşa arkasında bekleyen maiyetine dönerek; “Burada kalacağız” der ve ekler. “Mücaviriz, herhangi bir mücavir gibi (yani dünyanın dört bir tarafından gelip de ayrılmayarak, ömürlerinin sonuna kadar Medine’de, Haremi Şerif yakınına yerleşen Müslümanlar gibi) Nebiyyi Muazzam civarından ayrılamayız. O’nun şefaatine sığınıyoruz”1

Paşanın bu sözleri üzerine emir subayı ve yaveri, arabasında yol için hazırlanan yatağını ve battaniyesini getirerek Mescidi Nebevinin bir köşesine sermişler, şahsi eşyalarının olduğu bavullarını da yanına getirmişlerdir. Bu şartlar ve duygular içinde Ravza-i Mutahhara’ya yerleşen Fahreddin Paşa’ya karşı duyulan saygıdan uzun bir süre kimse yaklaşamamış, ne olup bittiğini anlamaya çalışmışlardır. Ancak tüm dünyanın gözü kulağı Medine’de, Medine’deki herkesin gözü de Fahreddin Paşa’nın üzerindedir. Konağından ayrıldıktan sonra üç günde Peygamber Efendimize misafir olan Paşa, yalvarmalara kulak asmamıştır. Medine dışında kendisini bekleyen düşman bin bir türlü vesveseye düşmüş, ancak yine zor kullanmayı göze alamamışlardır.

10 Ocak günü Paşa’nın en yakınında yıllarca hizmet eden Kurmay heyeti yanına gelerek gayet saygılı bir şekilde gelinen nokta hakkında konuşmaya başlamışlar ve bu şartlar altında bir emri olup olmadığını öğrenmek istediklerini beyan ederlerken, birden bu asil Osmanlı Paşasının üzerine çullanmışlar ve gözyaşları içerisinde Fahreddin Paşayı zorla içinde bulundukları kutsal mekândan çıkartarak aylarca her türlü imkansızlığa rağmen direndiği düşmanlarına teslim etmişlerdir.

Hiçbir şartta teslim olmayacağı anlaşılan Paşa’ya, emir subayları ve kurmay heyeti, aralarında anlaşarak istemeyerekte olsa bu kumpası kurmuşlar ve Paşa’yı gayr-i ahlaki, gayr-i insani şekilde zorla teslim etmek zorunda kalmışlardır. Paşayı teslim alan Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Ali Bey’in şu anısı, Paşanın bölgedeki efsaneleştiğine güzel bir örnektir; “Paşa karga tulumba teslim edildikten sonra geceyi kendisine tahsis edilen çadırda geçirmiştir Paşanın teslim olduğunu duyan bedeviler akın akın karargâha gelmekteydiler, bedeviler o geceyi çölde haberimiz olmadan gidiverir endişesiyle uykusuz beklediler. Vakıa ki, şafak söktü. Sabah oldu ve Paşa Hazretleri kendilerini Yanbu istikametine götürecek otomobile binmek üzere çadırının kapısında göründüler. İşte o zaman, o anda bir kıyamettir koptu, saatlerden beri uykusuz bekleyip duran mahşeri bedevi kalabalığı, Paşanın çadırından bir hayli uzakta tutulmuş olmalarına rağmen Paşa Hazretlerinin yüzünü görür görmez yıldırımla vurulmuşçasına “Fahriii!! Fahriii!!! Nidalarıyla çınlıyordu ve Fahri sanki onları bir bakışla can evlerinden vurmuş ve sanki bir adım atsa hepsini ayakları altında ezip yok ediverecekmiş gibi çil yavrusunu andıran bir korku ile nereye kaçacaklarını bilemez hale gelmişlerdi” diye özetlemiştir.

Paşa daha sonra ortaya çıkan anılarında, Medine’yi teslim etmemekte direnmesine en büyük gerekçe olarak, savaş sonunda itilaf devletleri arasında çıkması muhtemel bir anlaşmazlıkta elindeki kuvvetle harekete geçmeyi düşündüğünü ancak bunun o süre içerisinde gerçekleşmediğini, bir başka gerekçesinin ise, yine Hicaz da güçlü bir aktör olan İbni Suud’un Şerif Hüseyin’e karşı harekete geçmesini beklediğini, bunun için kendisinin de yoğun çaba harcadığını ancak bunun da gerçekleşmediğini ifade etmiştir. Paşa’nın her iki düşüncesi de bilahare gerçekleşmiş, Suudlar Şerif Hüseyin’i devirerek yönetimi de ellerine almışlar, 1930’lu yılların sonunda da II. Dünya Savaşı patlak vermiştir.

31 Mayıs 1916’dan başlayıp, 10 Ocak 1918’e kadar süren ve destanlaşan Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, hazin bir sonla bitmiş olmakla, geride de hazin sahneler bırakmıştır. Zira Paşa’ya ve askerlerine teslim olunması karşılığında anavatanlarına dönmeleri garanti edilmesine rağmen, önce Paşa, sonra da askerleri Mısır’da bulunan İngiliz esir kampına götürülmüşler, Paşa daha sonra Malta’ya sürülmüştür. Yapılan anlaşmaya göre anavatanlarına gönderilmeyi bekleyen, yıllardır o cepheden bu cepheye savrulan Mehmetçikler, kendilerini bin bir türlü zorlukların ve ölümlerin beklediği esaret hayatına doğru yola çıkmışlardır.

Peki, O dönemde devletine ihanet ve nankörlük eden Şerif Hüseyin ve oğulları ne olmuştur? Şerif Hüseyin, 1924 yılında bir zamanlar anlaşarak Osmanlı’yı sırtından vurduğu İngilizler tarafından yarı yolda bırakılmış ve tahttan indirilerek Kıbrıs’a sürülmüştür. Oğullarından Faysal, Suriye’ye kral yapılmış ve bir Avrupa seyahati sırasında, esrarengiz bir şekilde otel odasında ölü bulunmuştur. Bir diğer oğlu Abdullah, Ürdün adıyla kurulan devlete kral yapılmış ve ömrünün sonuna kadar İngilizlerin sadık bir dostu (!) olarak tahtını koruyabilmiştir.

Yazımızı Fahreddin Paşa’ya, dolayısıyla Osmanlı’ya ihanet ve nankörlük ederek devletimizin başına bin bir türlü gaileler açan, binlerce Mehmetçiğimizin canına mâl olan Şerif Hüseyin’in şu ibretlik sözleriyle bitirelim; “Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü

1942 yılında II. Dünya Savaşı sırasında İsmet Paşa’nın Ortadoğu başkentlerine diplomasi için gönderdiği Feridun Cemal Erkin, Amman’da Kral I. Abdullah tarafından kabul edilir. Kral I. Abdullah’ın, babası Şerif Hüseyin’in vicdan azabı ile ilgili aktardığı anı, Erkin’in “Dışişleri’nde 34 Yıl” adlı kitabında şöyle anlatılıyor:

Babam çok ıstırap çekti. Bir gün saray bandosu bahçede konser veriyor. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando hepimizin bildiği İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarının canlanmasını önlemek için pencereyi kapattım…

Pencerenin açılmasını isteyen Şerif Hüseyin diyor ki: “Evlat, neden o pencereyi kapatıyorsun? İzmir marşının eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü, hasta oldum, buraya sığındım…”

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir