Adı isterse Olga olsun
Gazze eğer insanlık için ve her birimiz için bir sınavsa… Öyle bakılmasında bir sakınca yok, tanık olduklarımızın bir soykırım olduğunu ve bu soykırımı İsrail ve arkadaşlarının yaptığını geri plana itmemek şartıyla.
Sınavsa sınavı kaybettik.
Rejimlerimiz kaybetti, cumhuriyetlerimiz, krallıklarımız, cumhurbaşkanlarımız, meliklerimiz, emirlerimiz, dini liderlerimiz, ulemamız…
Kaybetmenin de bir adabı var. Üzülürsün, mahcup olursun, boyun bükersin. Bizim ağalar öyle değil.
Avurtlarını şişire şişire yüksek palavralar atmaya devam, yeryüzünde kasıla kasıla yürümeye devam.
Türkiye’yi istisna mı etmem gerekiyor?
Etmiyorum.
Çünkü biz de bir miktar laf ve bir miktar diplomasi üretmenin ötesine geçen bir şey yapmadık.
Çünkü soykırım ritmini, istifini bozmadan devam ediyor.
Sevmiyorum ama mevcudiyetlerinden haberdarım.
“Biz, bizden olana yardım edelim. Müslümanın parası Müslümana gitsin, ‘gavura’ gitmesin” fikrinde olanlardan.
Herkes öyle değil, farkındayım.
Mazluma, mağdura, afetzedeye adresi, nüfus kâğıdı, tabiiyeti sorulmaz diye düşünenler var, çok şükür.
Eğer yeryüzünde Gazze’deki soykırımın önümüze koyduğu sınavı kaybetmeyenler varsa, kaç kişiyseler, işte bu mazluma adres sormayanların soyundan geliyorlar.
Konumuzun soyla sopla, asaletle, tenasülle alakası var mı?
Yok.
Bir ruhsal niteliği kastediyorum ‘soy’ tabiriyle. Bir mizacı, bir karakteri.
‘Asalet’ ancak bu bakış açısıyla iyi bir şey sayılabilir.
Yoksa, enbiyanın soyundan olmak bile kendi başına bir değer ifade etmez.
Dini bir gerekçeyle itiraz etmek isteyenler olabilir. Ama hatırlayalım, dinin yaygın olan yorumuna göre bütün insanlar enbiya soyundan.
O zaman, yeryüzünde kötülük yapan insanlar kimin sulbünden geldi?
16 Mart 2003’te Gazze’de bir Filistinlinin evini yıkmaya gelen İsrail buldozerinin karşısına dikilen Rachel Corrie’nin asaleti işte öyle bir asaletti.
Filistin’e 10 bin kilometre uzaktan, Washington’dan gelmişti Corrie.
Ne din kardeşiydi Gazzeliler’in ne akrabası.
Ruhunda bir iyilik vardı. Onun için direndi ve canını feda etti.
Allahu Teala’nın Rachel Corrie’nin bu iyiliğini karşılıksız bırakacağına inanmıyorum.
Eğer zulüm bir sınavsa, bu sınavı Rachel Corrie’nin ve ruhen ona akraba olanların kazandığını düşünüyorum.
Bu hadiseyi Al-Jazeera’da okuduğum bir makale vesilesiyle bir kez daha hatırlamış oldum.
Makaleyi BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’nin bir çalışanı yazmış.
Adı Olga Cherevko.
Yazısının başlığı “Ne yiyecek ne uyku ne umut Gazze’de.”
Muhtemelen Amerikalı. İsminden Rus kökenli olduğu anlaşılıyor.
Ama önemli mi tabiiyeti, milliyeti?
Değil.
4 Yıl Gazze’de kalmış. Son 4 ayı soykırım dönemine rastlamış.
Gazze’deki soykırımın devam ettiğini, asla unutulmaması gerektiğini hatırlamamıza yardımcı olur diye makalesinden birkaç paragraf aktarmak istiyorum.
“Bir taraftan sınırsız cephane desteği alırken bir önceki mermiyi ateşler ateşlemez tabancasına yeni bir mermi iten korkunç savaş makinasının karşısında hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.”
“Eylül’de Han Yunus’taki evinden edilmiş insanlar için sığınacak yer arayan bir anneyle konuştum. Ona barıştan umudu olup olmadığını sordum. Annesinin elini tutmuş, başparmağını emen küçük bir kızı gösterdi. “Beş gün önce evleri bombalandı, babası öldü, babasının cesedini hala enkazdan çıkaramadılar çünkü burası sürekli ateş altında. Ne umudu?” dedi.”
“Umutsuz Gazze’de uyku en kıymetli varlık. Ocak ayına kadar büyük gürültüyle yakınlara düşen bombaların ardından gökyüzünü boyayan dumanları seyretmek için pencereye koşardık. Zamanla o kadar yaygınlaştı ki kimse bakmıyor.”
“Yakınımızdaki Deyr el-Beleh’te bombardıman tam uyumaya hazırlanırken başlıyor. Bir füzenin ıslık çalışını, patlama sesini, pencerelerin zangırdamasını işitebiliyoruz. Patlama köpekleri, eşekleri, bebekleri, uyumaya cüret eden her canı uyandırıyor. Ardından havlamalar, ağlamalar ve diğer sinir bozucu sesler zinciri. Sabah ezanları yeni bir saldırı serisini başlatıyor.”
“Gazze’de bir dizi mutfağı çalıştıran sevgili arkadaşım Halid hiç yiyecek kalmamasından ve bütün mutfaklarının kapanmasından endişe ediyordu. Etrafımızdaki gerçeklik karşısında işe yarayacak bir şey söylemeye çabalıyordum ve her konuşmamızda ağlıyordum, ben de umudumu kaybediyordum.”
“Ağlama Olga” diyordu her zaman. “Güçlü ol, bizim gibi.”
Gerçekten de Filistinlilerin gücü emsalsiz.”
“Gazze’de geçirdiğimiz dört ay boyunca ben ve arkadaşlarım o kadar acıya, trajediye, ölüme tanık olduk ki dehşeti ifade edecek kelime yok.
Yol kenarlarından cesetler taşıdık, bazıları hala sıcak, oluk oluk kanıyor, bazıları katılaşmış, yarılarını köpekler yemiş.”
“Kaosun ve kesintisiz krizlerin arasındaki nadir sakin anlarda etrafımda olan biten her şeyi düşünerek kendi kendime soruyorum:
“Ne umudu?”
Bence kim olurlarsa olsunlar, soyları sopları, adları ne olursa olsun, Gazze’ye gelip mazlum insanların yarasını sarmaya uğraşan, onlarla hemhal olan, onlar için ağlayan bu insanlar ‘sınav’ı kazananlar.