Avdetlere dair...
Hayatda en zor şeylerden biri yaşamak.
Ben bunu sağdan soldan kulağıma çalınmış bir dedikodu, bir rivayet olarak söylemiyorum; bittecrübe sabit...
Üstelik az çok aklıbaşında kime sorsanız size aynı cevabı verecekdir; zerre kadar şübheniz olmasın!
Bu bahsi neden açdığım sualine gelince; zaman zaman insanın artık şurasına geliyor ve dayanamayıp içini dökmek zorunda kalıyor.
Bakınız, 1980’lerden beri her fırsatda yazıp çizdiğim bir mesele var: İddia ediyorum ki parlamenter sistem bu haliyle Türkiye için en elverişli yönetim modeli değildir. İnanmayanlar daha önce yayınlamış olduğum birkaç kitaba gözatabilirler. Oralarda bu konuya değindim müteaddid kereler...
Belki başka bir iki ülkede durum başkadır...
Fransa’da Dördüncü Cumhuriyet’in (ve aslında geniş ölçüde ondan evvelkilerin) canına okuyan da bu sistemdi zaten... O yüzdendir ki sonunda bir General de Gaulle gelip bu kaotik ortama bir son vermek zorunda kaldı.
Kaldı ama Fransa o kıvama gelene kadar anasından emdiği de burnundan geldi!
Bizim artık öyle Fransa gibi „son olarak“ kaybedecek bir Cezayirimiz de yok!
Biz kendi Cezayirlerimizi daha önce elden çıkardık!
Hem de yok pahasına...
Şimdi birileri gelip de tamamen „halisane“ (!) niyetlerle kulağınıza başka çözüm (!) yolları fısıldayacak olurlarsa, ki başladılar bile, sakın ola ki inanıp aldanmayınız!
Üstelik bizim elimizde öyle Fransa gibi birtakım „Generdal de Gaule’ler“ de yok...
Olanların kalitesini hep hatırlıyoruz: Eflatun’un ‚Devlet Ana’sını okuyarak ufuklarını genişletirlerdi... Bizler ise, vay anasını!’diye
ş’aapardık...
Benim kesin kanaatim Türkiye için en uygun rejimin başkanlık tarzı bir yönetim modeli olduğudur.
Bunun için ise Amerika’yı tekrar keşfetmek lüzumsuzdur.
Devlet başkanı halk tarafından direkt olarak beş veya altı yıllığına seçilir ve bir sonraki seçim için de adaylığını koyabilir; ondan sonra, hayır.
Kısacası toplam on yahut oniki yıllığına işbaşında kalabilir.
Başkanın kendi bakanlar kurulunu bizzat tayin ve azil hakkı vardır. İster topdan ister münferid olarak... Başka bir deyişle bakanlar, parlamentoya karşı değil doğrudan başkana karşı sorumludurlar.
Parlamento ise yine halk tarafından tercihen en az beşer yıllığına seçilmiş (en fazla!) 300 üyeden teşekkül eder. Üçyüz üye, çünki, malum, nerde çokluk orda gevezelik... Parlamenterler için herhangi bir süre kısıtlaması bahis konusu değildir; başarırlarsa otuz/kırk sene de milletvekili kalabilirler. (Ben olsam patlarım! Üstelik Ankara gibi bir yerde...)
Bu vesileyle, tam yeri geldi, bir de anekdot nakledelim ki herkes ne kadar kültürlü br herif olduğumuzu görerek, aşkolsun delikanlıya!’ desin:
Yahya Kemal, Yüce Önderimizin buyruğuyla bir dönem milletvekili (o sıralar meb’us deniliyor) nasbolunmuş.
Eh, koskoca Sarı Paşamızın fermanına karşı gelmek kimsenin haddine olmadığından çar-na-çar tutmuş Ankara yollarını...
Tasavvur buyrulsun, „Sana dün bir tepeden bakdım, Aziz Istanbul;
- Görmedim bilmediğim, sevmediğim hiç bir yer;
- Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!;
- Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer!“ mısralarının şairi, emir-komuta zinciri içinde dört sene (ayıbdır söylemesi) Ankara’da iqamete tabi tutuluyor... Feshüpanallah...
Elbet bu mecburiyet Üstad’ın esas karargahı olan Pera Palas’daki haqiqi arkadaşlarının da usul usul kendisiyle dalga geçmesini intac ediyor.
Tabii Mumaileyh her fırsatda geceyarısı ekspresine atlayarak, o yıllar neredeyse 24 saat süren Istanbul yolculuğuna çıkmakdan da imtina etmiyor. Bir gece trene binip ertesi akşam geç vakitler Haydarpaşa Garı ve oradan da doooğruca Pera Palas...
Bir akşam nihayet tekrar Der-Saadet’e vusul nasib olup da her zamanki masada kadehler parlatılmaya başlayınca meclisdekilerden biri, çaktırmadan diğerlerine göz kırparak sorar:
„Üstad, Ankara’nın en güzel yanı nedir acaba?“
Cevab başlıbaşına bir klasikdir:
„Istanbul’a dönüşü!“
Bunun ne anlama geldiğini en iyi anlayacaklardan biri benim...
Yıllar önce ben de orada aylarca iqamete mecbur kalmaşdım.