“Mırmırıktır bozam bilin ona göre gelin alın!”
“Yazdıklarımın bir bohçaya sığmayacağını ben de biliyorum, bu yüzden siz bohça denildiğine bakmayın, kanımca musahibelerin onları götürmeleri için bir yol sandığından ve bir harardan daha fazlası gerekiyordu.”
Suâdiye’de oturduğumuz ikinci apartmandaki karşı komşularımız kurdelaları kesilmemiş Saraylı iki kız kardeşti, muhtemelen ‘71 ile ‘76 arasında dahi seksenli yaşlarındaydılar, onları Joseph Kesselring’in kahramanlarına çok benzetirdim.
***
Kızlar Ağaoğlu ailesiyle hısımdılar ama inanın hısımlığın derecesini bilmiyorum. Tektaş Ağaoğlu, yanında hep iki kadın, biri nedense aklımda beyaz kürk mantolu sosyetik bir sarışın olarak kalmış, mutlaka her bayramda onları ziyârete gelir, bayanlar Ulviye ve Naime kardeşlerde otururlarken, Tektaş Ağaoğlu da bizim kapıyı çalıp, “Behzat, bir kadeh rakı versene!” derdi. Tektaş Bey o yıllarda birâderi Mustafa Kemal ile Ağaoğlu Yayınevi’ni işletiyordu ama asıl tanınırlığı Yeni Ortam gazetesindeki yazılarındandı.
***
Ulviye ve Naime kardeşler Ağaoğlu birâderlerin aksine sıkı sağcıydılar, küçüğü sabah akşam ahududu likörü içmiş gibi kakara kikiri dolaşırken, büyüğünün elinden Yeni İstanbul, Son Havadis ve Tercüman gazeteleri düşmezdi. Bize Yeni Ortam, Cumhuriyet, Milliyet, Günaydın, Vatan, Politika ve Tercüman gelirdi de, Yeni İstanbul’u ve Son Havadis’i onlardan okuyordum. Salonlarına girdiğinizde, sağdaki İskandinav tarzı masif meşe büfenin üstünde çerçeveli siyah beyaz Adnan Menderes resmi, soldaki sehpanın üstünde de alçıdan kır at biblosu dikkat çekerdi, onlardaki sohbetlerse genellikle eski İstanbul’a dâirdi, genç kızlıklarını Boğaziçi medeniyetindeki konakların birinde yaşadıklarını söylerlerdi, yeşil renkli mindere oturmayı ve düz kırmızı elbiseyle misâfir içine çıkmayı uğursuzluk saymalarınaysa her defasında şaşırıyordum. Bir kayıp “meslek” olarak musahibeliği de ilk onlardan işittiğime eminim, çünkü hayli ilgimi çekmişti, meğerse musahibeler vaktiyle sadece vükelânın, vüzerânın ve ricâl-ı devletin konaklarında görülürlermiş. Ancak konak yaşamını pek iyi bilen Sermet Muhtar’da musahibelere rastlayıp rastlamadığım şimdi aklıma gelmiyor.
***
Musahibelerin yaşını başını almış ve güngörmüş hâne berdûş kadınlar oldukları sadece Abdülaziz Bey’de geçiyor, konakların esâs vazifelilerinden değilseler de, haremdeki sohbetleri ve konağın ufaklıklarını eğlendirmek için manzume söylemeleri bir “meslek” olarak kabûl edilmiş. Efendilerini pek erkenden taşlı köye göndermelerine rağmen ekseriyeti de zevcinin ismiyle tanınıyormuş. Musahibelerin bir bohça dolusu ihtiyaçlarının konağın büyük hanımınca karşılandığı kayıtlarımızdadır, şâyet büyük hanım Hint yağı veya sinameki içmekten yatağa düştüyse de, duldan ortanca hanım veya veremli kerime hanım onun yerine bohça yaptırmış olmalıdır. Bohçada yok, yok! İpek atlas üzerine musanna dikişli Şam hırkası, Trabzon bezinden çözme gömlek, kırmızı renkli sahtiyan terlik, sırma kolanlı kemer, Kaya Sultan cinsi mendil, cevizden oyma çiçekli nalın, fildişi tarak, Isfahan sürmesi, Müezzinzâde Salih Efendi işi yelpaze, başları ipekli Bursa havlusu, Manastır’ın ince gümüşünden kahve tepsisi, beyaz üstüne çiçekli Saksonya kahve fincanı, tahta çerçevesi kırmızı kadife kaplı yastık aynası, Kandilli yazması yorgan, saf seccadesi, seyir minderi, birinci sınıf taşlık tütünü, say say bitmiyor. Haklısınız, yazdıklarımın bir bohçaya sığmayacağını ben de biliyorum, bu yüzden siz bohça denildiğine bakmayın, kanımca musahibelerin onları götürmeleri için bir yol sandığından ve bir harardan daha fazlası gerekiyordu.
***
Bir yerden okumadım ama musahibelerin sadece etli butlu beyaz kadınlar olduklarını düşünüyorum, Habeş bacılardan hiç musahibe çıkmış mıdır, işte onu bilmiyorum, çıktıysa da ayrıca araştırılmalıdır. Abdülaziz Bey onların yaşını başını almış dullar olduğunu yazıyor ama yaşını başını almışlıklık hayli muğlak bir ifâdedir, musahibelerin mûsikîye düşkün hoş meşrebliklerine bakılırsa da, bir kısmının şehvet hissiyle yandıkları dahi söylenebilir. Bu da bazı konaklarda bir maraz-ı dile veya bir maraz-ı kalbe sebebiyet vermiş olabilir. Paşalarımızın, enleri boylarından büyük zevceleri onları şakîka bahanesiyle merdivenlerde kerihü’l manzar altmışlık matmazelleri dahi kovalamaya mecbûr etmişken, çan memelerini huzzârlaştıran Napoli işi mercan kolyeli ve odadan odaya “Eau de Lubin” kokusu taşıyan musahibelere gönül koymamaları elbette düşünülemez. Ancak, bizim Osmanlı ricâli aile sırlarını şeytan işemiş ağızlara pek düşürmemiştir, yahu daha Halikarnas Balıkçısı’nın pederi Şakir Paşa’yı niçin öldürdüğünü bilmiyoruz, bu yüzden de musahibe aşkları edebiyatımızda yoktur.
***
Birkaç ay evvel, Gedikpaşa yoluyla Yenikapı’ya inerken, mecânin-i kütüp kardeşim Ramazan Minder bana Sultan II’nci Abdülhamid devrinde vükelânın, vüzerânın ve ricâl-i devletin Suriçi’ndeki konaklarının nerelerde toplandığını sormuştu, ona Topkapı Sarayı ile Bâyezîd Meydanı arasındaki mahalleleri söylediğimi anımsıyorum. O mahallelerin çoğu maalesef yangınlarla ortadan kalktı, Süleymaniye ile Vefa arasındaysa genellikle tüccâr tabakasının konaklarının olduğunu biliyorum, Fatih Camii’nden Çarşamba’ya çıkan hatta ilmiye tabakasının, Bâyezîd yoluyla Aksaray’a kadar kalem efendilerinin ve Aksaray’dan Davut Paşa’ya inişteyse mülkiye tabakasının ikamet ettikleri tarih hakikatıdır.
***
Bizim kuşağımızdan hiç kimse konaklardaki kethüdâlık, mühürdârlık, hazînedârlık, kaftan ağalığı, vekilharçlık, iç ağalık, kahvecibaşılık, tütüncübaşılık, karakulak ağalığı, kavasbaşılık, harem kâhyalığı, daire kapıcılığı, gidiş ağalığı, emir-i ahur ağalığı, tablacılık, zobuluk ve kandilcilik gibi vazifelere tanık olmadı, ama harem ağalarının, cariyelerin, odalıkların ve halayıkların sonuncularına yetiştik. Arkadaşlarımdan Bostancı’daki Hayrettin Ağa’yı tanıyan çoktu, bense onun birlikte yaşadığı Saraylı kadına Ulviye ve Naime teyzelerimizde rastlardım, köprüden Üst Bostancı’ya saptığınızda karşı sıradaki bahçeli evlerden sağ tarafındakinde oturuyorlardı, Tuzla’daki son harem ağalarından Sadi Yaylımateş’in de İstasyon Mahallesi’ndeki iki katlı kâgir evinde çok yaşlı bir Saraylı ile oturduğu söylenirdi, Hıfzı Topuz ve Melih Cevdet onunla konuşmak istemişler ama ağamız ser verip sır vermemiş. Sadi Ağa kader arkadaşı Hayrettin Ağa’dan önce, ‘75’te vefât etti, Hayrettin Ağa ise aklımda yanlış kalmadıysa ‘79’da ebedi uykusuna yatmıştı.
***
Konaklardan sokaklara çıkmaya ne dersiniz, akkâmlar, goygoycular ve kabakçılar artık yok, buna mukabil eskisi kadar olmasa da kış gecelerinde ara sıra bozacıların sesini işittiğimiz oluyor. Ancak, beyaz darıdan yapılma boza geçmişte kaldı, sarı leblebiden yapılanı da artık pek bulunmuyor, şimdikiler bayat ekmekten. Siz benim beyaz darı dememe bakmayın, o vakitlerde işin ehli bozacılar beyaz darılar arasından sadece Tekfur Dağı darısını tercih edermiş. Bozanın bir de mırmırık denen cinsi vardı, ‘60’lı yıllarda ve ‘70’li yıllarda Kadıköyü’ndeki Ali Sinan’dan alınabiliyordu, aslında sokaklarda satılanın sertiydi, içene kafayı buldurttuğunu bilirim. Dersaâdet halkının içtiği en iyi mırmırığı ise Bozacı Hacı Zeynel’in sattığı yazılmıştır. Bana sorarsanız da, size mırmırığı herkesin içebileceğini pek sanmadığımı söylerim. Fatih devri şâirlerinden Melîhî de şaraba tövbe ettikten sonraki birkaç gün mırmırık ve afyon ile oyalanmış, ancak onlardan hiç keyif almayınca, “Aferin şarab-ı gül renge / Lânet olsun bozaya ve benge” deyip, hemen mey masasına çökmüştür.
***
Kadıköyü’ndeki Ali Sinan’ın iki boy el yapımı üfleme cam şişeleri ve yeşil etiketi hâlâ aklımda, oranın Vefa Bozacısı’nın tek rakibi olduğu söylenirdi. Oysa, Vefa Bozacısı’ndaki de Arnavut Kasım Ağa’nın bozası değildi, tarifi Prizrenli Sadık ve İbrahim birâderlerin torunlarından geliyordu.
***
Boza İstanbul medeniyetine Arnavutlarla girmiş olabilir, Koska’da Mehmed Ağa’nın, Vefa’da Arnavut Kasım Ağa’nın ve Unkapanı’nda Mestan Ağa’nın bozası pek meşhûrmuş, yıllardır sorup soruştururum, ama Süleymaniye’nin yasemin bozasını ve Ayasofya’nın şaşaklı bozasını bir bilene daha ratlamadım. ‘70’li yıllarda dahi bozacılar, ellerinde iki güğümle, bellerinde bardaklıkla, göğüs ceplerinde tarçın kutusuyla ve sırtlarında su ibriğiyle dolaştırlardı, önce bardaklar ve su ibriği kayboldu, sonra güğümler, bugünkülerse plastik şişelerde boza satıyorlar, tarçın da artık küçük plastik poşetlerde, her şişeye bir küçük paket tarçın veriliyor. Bakın, az kalsın eski bozacıların kendilerine mahsus manzume söyleyerek mahalle mahalle dolaştıklarını unutuyordum, şimdikiler tütün çatlağı çirkin bir sesle sadece “Bozaaa!” demeyi biliyorlar.
***
Çocukluğumda bozanın yanında akşam simidini pek severdim, şimdilerde “sokak simidi” ve “pastahâne simidi” ayrımını yapılıyor ya, yarım asır kadar evvel İstanbul’da böyle bir ayrım yoktu, aksine, mis gibi simit çeşitleri vardı, sarma simit, susamlı simit, sütlü simit, şerbet simidi ve Rize simidi gibi, eski fırınlardan hangisini istersen bulabiliyordun. Simit kalmadı mı, çörek al, yağlı çörek, saray sarması, zağfiranlı, katmer, yumurtalı ve kazan dibi çöreği, hepsi sıvırya.
***
Fatih devri şâirlerinden Melîhî’den bahsederken, afyon kullanımını kısa kesmiştim, oysa asırlar boyunca Dersaâdet nüfusundan bir “afyon tiryâkîsi” tabakasının teşkil ettiği muhakkaktır, Abdülaziz Bey şehir halkının yüzde sekseninin afyon kullandığından bahsediyorsa da bu oran bana sallama geliyor, tamam bir vakitler Süleymaniye Camii’nin karşısındaki otuz beş kahvehânenin hepsinin afyon tiryâkîlerinin mekânları olduklarını biliyoruz, ama nüfusun yüzde sekseni demek başka bir şey. Belki üstâdımız Abdülaziz Bey’e afyon tiryâkîlerinin efendiden yaşlı kimseler oldukları hususunda katılabilirim, çünkü onların esrar mübtelâsı serseri gürûhundan hayli farklı oldukları kayıtlara geçmiştir.
***
Meyhâne de kalmadı ki, size isteğiniz üzerine eski İstanbul rakılarını bir bir sıralayayım, şimdikiler bütünüyle içkili lokanta, maalesef bir Bayram’ın Yeri kaldı eski Krepen havasını sürdüren. Orada, ayda bir, Bener Dortunç, Naci Çelik, Besim Dalgıç, Senail Özkan, Erdinç Ötgen, Ahmet Zeki Pamuk, Ali Aktan, Adnan İslamoğulları, Göktürk Ömer Çakır, Volkan Ekiz, Murat Kaymaz ve Erdem Beliğ Zaman ile oturuyoruz. Efendim, bizimkisi “Gıravatlı”, İstafilina, Bakûs, Yapıncak, Üzüm Kızı, Bilecik, Yüksel, Kabadayı, Dem, Zara Kosta, Bahçe, Göksu, Dayıbey, Köylü, Zevk, İktisat, Yeşilköy, Bozüyük, Olgun, Gönül, Billûr, Şırak, Şâir veya Dimitrakopulo içenlerin hepsiyse çoktan gelmeze gittiler. Ne vakit “Gravatlı” şişesinin kapağını açsam, içinden kadehime önce Ahmed Rasim’in “Çak!” deyişi dökülüyor, biliyorum Mahmud Sadık da üstâdın yanında, ama onları başka bir yazıya bırakıp, Müzeyyen Senar’ın dört oktavlık sesinden bir Hicâz şarkıyla üç noktayı atmak zorundayım, çünkü sayfam bitti: “Elveda meyhâneci, artık kalamıyorum / Bir başkayım bu akşam, sarhoş olamıyorum / Aynı kadeh, aynı mey, bir tat alamıyorum / Allahım bu nasıl şey, sarhoş olamıyorum”...