Aklın yolu- Yolun sonu (2)
18 Hazîran 1941’de, yâni Hitler’in Sovyetler Birliği’ne taarruzundan dört gün önce, bir de „Türkiye-Rayh Anlaşması“ imzâlandı.
Oysa İstiqlâl-i Tâm ilkesinin ana dayanaklarından biri, Türkiye’yi herhangi bir askerî yüküm altına sokacak bağlantılardan şiddetle kaçınmakdı.
Yâni NATO’ya varana kadar...
Sen aynı anda hem Îsâ’ya hem Mûsâ’ya ve hem de Muhammed’e yaranmaya uğraş...
Yerler mi?
Nitekim Stalin 6 Şubat 1943’de Büyük Britanya Başbakanı Winston Churchill’e şöyle yazıyordu:
„Türkiye’nin enternasyonal konumu oldukça müşkil kalmaya devâm ediyor. Türkiye bir yandan SSCB ile öbür yandan Büyük Britanya ile diğer tarafdan ise Almanya ile dostluk ve askerî dayanışma paktları imzâlamış bulunuyor, ki bu sonuncusu Almanya’nın SSCB’ye saldırmasından dört gün önce imzâlanmışdır.
Türkiye’nin Almanya’ya karşı yükümleriyle Büyük Britanya ve Sovyetler Birliği’ne karşı yükümlerini nasıl bağdaştıracağını artık pek bilemiyorum.“
Şu satırlar ise Atatürk’ün Dışişleri Bakanı olan ve İnönü tarafından, bütün diğer Atatürk yakınları gibi, derhâl işinden atılıp bir köşeye itilen Tevfik Rüşdü Aras’ındır:
„Benim Dışişleri Bakanlığım süresince, yâni Büyük Devlet Adamı’nı kaybetdiğimiz güne kadar, Atatürk dış politika alanındaki ortak çalışmalarımızda sâdece Büyük Britanya ile değil, genel olarak bütün büyük devletlerle ittifaklara karşı olmuşdur.
Bunların yarardan çok zarar getirecaği görüşünü paylaşıyorduk.“
İşte İnönü ve takımının bu „dâhiyâne ve pek Kemalist“ (!) politikaları sâyesindedir ki 26 Şubat 1944 târihli „Times“da şu satırlar yer alıyordu:
„Türk devlet adamları, Avrupa’yı Nazizm’den temizlemede aktif bir rol almayan bir Türkiye’nin yeryüzünde ancak çok ufak bir yeri olacağını biliyorlar. Bu yer, Yunanistan ve Yugoslavya’nın arkasında olacakdır.“
İkinci Cumhûriyet’in Kemalizm’e karşı en ağır vebâli, Hâkimiyet-i Milliye ilkesine sırt çevirerek Büyük Millet Meclisi’ne „şirk koşması“ ve onun yanına bir de senato kurumunu getirmiş bulunmasıdır. Zîrâ senatolar „zâdegân meclisleridir. Birer monarşi kalıntısıdırlar.
ABD ve Fransa gibi demokratik ülkelerde de senatoların bulunması işin özünü değiştirmez. Çünki ne bütün cumhûriyetler „Kemalist“ olmak zorundadırlar ne de cumhûriyet ile demokrasi aynı şeydir.
Üçüncü Cumhûriyet yâni 12 Eylül’ün o kaatiller gürûhuna dâir ise ne yazayım?
İki yılda 47 kişiyi ipe çeken, ülkeyi hallaç pamuğu gibi atan bu gözü dönmüşlerin sırf ‚Atatürk’ adını ağızlarına almaları dahî Yüce Önder’in kemiklerini sızlatmıyor mu?
Kısacası bu cılkı çıkmış Cumhûriyet’in kendine hayrı yok ki millete olsun!
Kaldı ki Kemalizm daha doğarken kendi çıkmazını da sırtında taşıyordu:
Çünki Sarı Paşamızın çevresine topladığı ekip son dönem Osmanlı seçkinlerinin ikinci garnitürüydü.
Kendi büyük bir dehâydı ama Osmanlı‘nın birinci sınıf kadrolarıyla arasındaki bütün köprüleri mecbûren atmışdı.
İstisnâları hâriç ikinci sınıf kadrolarla da ancak bu kadar olabilirdi.
Bakınız Türkiye’deki gazete tirajları (1992’de!Y.A.) iki buçuk milyon dolayında. Ama bundan on beş yıl önce de o kadardı. Üstelik o sıralar nüfûsumuz şimdikinin (1992’dekinin, Y.A.) ancak yarısına ulaşıyordu ve kara câhillerin oranı da şimdiki (1992’deki!) yüzde on bire rahmet okutacak biçimde yüzde 45’ler civârındaydı.
Günümüzdeki (2016’daki!) rakamları da versem hüngür hüngür ağlamaya başlarsınız.
Bağlayacak olursak biz bu elimizdeki Cumhûriyet‘le doğru dürüst hiç bir yere varamayız.
Çünki son kullanım târihi geçeli çok oldu.
Bugün Türk Devleti’nin bu hantal ve çağdışı yapısı en kısa zamanda değişmez ise bu politik formasyonun hayatda kalması imkânsızdır!
Bağlayacak olursak:
Bu rejim, istisnâsız bütün müesseseleriyle kalafat edilmeğe mecbur değil mahkûmdur!
Ondan sonra adı şu olmuş bu olmuş, orası işin teferruatıdır.
Doğrusu biz Türkiye Cumhûriyeti’nin adını değiştirmeğe bile mecbur değiliz.
Ama başka bir şeye mecbûruz:
Dürüst olmaya!