Kapatılan göçmen lokantası: Psikososyal bozukluk ve örselenmiş toplumsal kimlik
Ankara’da Somalililerin açtığı Saab Restoran’ın Polisçe hukuka aykırı bahane ve gerekçelerle yoğun ve sürekli taciz ve baskı altında tutularak kapatılmasına rağmen, aynı yerde İngilizce isimli ve tabelalı bir restoranın açılmasına göz yumulması, sıradan bir haksızlık olarak değerlendirilecek ve geçiştirilecek bir konu değildir.
Süreç boyunca yaşananlar, devletin insan haklarına yönelik sorunlu bir bakış açısına ve yaklaşıma sahip olduğunu, siyasi zihniyet yapısı ve yönetim anlayışı yönünden ciddi kurumsal yetersizlik ve açmazlarla karşı karşıya bulunduğunu gösteriyor.
Öte yandan bu olay, Türk toplumunun kültürel hoşgörü, demokratik gelişmişlik ve olgunluk düzeyi açısından sosyal ve psikolojik travmalarla örselenmiş bir ruh haline sahip olduğunu ve bununla bağlantılı konularda dünyada kabul edilen normlar ve standartlarla uyuşmayan tutum ve davranışlar sergilediğini ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda Türkiye, son 15 yıldır kesintisiz maruz kaldığı, doğası gereği kontrolsüzlüğü, denetimsizliği ve yönetim yetersizliğini beraberinde getiren göç dalgasının yol açtığı, ağır idari, sosyal ve ekonomik sorunlarla başetmekte fazlasıyla zorlanmaktadır.
Türkiye’nin Avrupa’da ve gelişmiş ülkelerde göçmen ve azınlık statüsünde yaşayan insanlara ilişkin Batıdan beklentileri, bunlara yönelik geliştirdiği söylemler ve ileri sürdüğü tezlerle; örnek olayımızdaki lokanta sahibine yönelik gerçekleştirdiği baskı, taciz ve hukuksuz uygulamalar arasında büyük bir çelişki ve uyumsuzluk bulunmaktadır.
Batıda azınlıklara yönelik baskıcı ve ayırımcı uygulamalar, evrensel ilkelerden ve hukuk standartlarından taviz vermeden ve pozitif hukuk normlarıyla uyumsuzluk ve çatışma içine girmeyecek şekilde, yani dolaylı ve rafine yöntemlerle yapılmaktadır. Türkiye ise, Somalili göçmenin restoranını kapattırmaya yönelik gerçekleştirdiği uygulamada, eşitlik, tarafsızlık ve objektiflik ilkelerinden bütünüyle uzak kalmış, insan haklarını ve geçerli hukuk kurallarını açıkça çiğnemiş ve kendisini savunulamayacak bir duruma düşürmüştür.
Nasıl oluyor da her fırsatta Batıdaki etnik ve kültürel ayırımcılıktan ve İslamofobiden şikayet eden Türkiye, kendi ülkesindeki Afrika kökenli bir göçmene, makul ve mantıklı bir gerekçe ile izah edilemeyecek, bütünüyle hukuk dışı ve Batı ülkelerinde kendi insanlarının maruz kaldığından daha ağır, ayırımcı ve baskıcı uygulamalar gerçekleştirebiliyor?
Göçmenlere ve sığınmacılara yönelik kategorik karşıtlık, tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük eğilimlerinin, Türkiye’de olduğu gibi tüm dünya ülkelerinde de hızlı bir artış gösterdiğini, medyaya yansıyan yaygın örneklerden görebiliyoruz.
Geçmişte Osmanlı’nın siyasi hakimiyetindeki çevre ülkelerde yaşayan, uzunca bir süre yakın ilişkiler içinde bulunduğumuz ve bir çok noktada kültür ve inanç birlikteliği taşıdığımız bu insanlarla, doğal olarak daha yakın ve uyumlu ilişkiler kurmamız, kendilerine daha tahammüllü ve hoşgörülü davranmamız beklenirdi…
Ancak, onlara karşı, söz konusu tarihi ve kültürel müştereklerin gerektirdiği yakınlık ilişkisine bütünüyle ters düşen ve ülkemizdeki başka yabancılara göstermediğimiz ölçüde sert, baskıcı ve ayırımcı tutum ve davranışlar sergilememiz, psikososyal açıdan travmatize olmuş bir ruh haline ve toplumsal kimlik profiline sahip olduğumuzu ortaya koyuyor.
Bu durum, temelde; özgüven eksikliği, yetersizlik hissi ve içindeki ezikliği başkaları üzerinden giderme arayışı gibi duygu ve eğilimlerle ilgilidir.
Bu duygu ve eğilimler üzerinden, nisbeten kendimizden daha alt seviyedeki sosyal, kültürel ve etnik kökenden gelen insanlara yönelik sergilediğimiz “ötekileştirici” tutum ve davranışlar, kendimizi onlara göre üstün ve ayrıcalıklı bir konuma yerleştirme çabamızın ürünüdür.
Henri Tajfel’in, “Sosyal Kimlik Teorisi” çerçevesinde açıkladığı bu duruma göre, bireyler ya da gruplar kendi kimliklerini tanımlamak ve güçlendirmek için başkalarını farklı, eksik ya da tehditkar olarak görme eğiliminde olurlar
“Ötekileştirme,” uluslararası ilişkiler bağlamında hiyerarşik bir etkileşim zinciridir. Ülkeler birbirlerine göre farklı güç, zenginlik ve kültürel gelişmişlik düzeylerinde kademeli olarak sıralanırlar.
Görece orta derece bir sosyal ve kültürel gelişmişlik düzeyinde olan bir ülke, karşısında kendisini eksik ve yetersiz hissettiği ve kültürel hegemonyası altında bulunduğu daha üst seviyedeki bir ülkeye göre, yetersizlik ve eziklik duygusunu, kendine göre “öteki” olarak tanımladığı daha düşük statüdeki kişi ya da gruplara yansıtarak kendini “üstün hissetme” ihtiyacını giderir.
Ülkemizdeki Afrika ve çevre ülkelerden gelen göçmenlere ve sığınmacılara karşı sergilediğimiz önyargılı, baskıya ve ayrımcılığa dayalı uygulamalar, bu kapsamda oluşturulan tanımlara ve kavramsal çerçeveye bütünüyle uymaktadır.
Saab Restoran olayından hareketle, Ortadoğu ve Afrika kökenli sığınmacı ve göçmenlere yönelik gerçekleştirdiğimiz uygulamalar, bir yandan bilinçaltımızda yatan endişe, güvensizlik ve eziklik duygusunu aşağıya yansıtmak; öte yandan özgüven eksikliğinden sıyrılıp daha sağlam bir aidiyet oluşturmak üzere sistematik bir araca dönüştürdüğümüz davranışlar olarak değerlendirilebilir.
Bu arada, olayın yetkililerce algılanma biçimi ve seyriyle ilgili temel sorun ve çelişkilere ve stratejik yaklaşım eksikliklerine yer vermek gerekiyor:
Türkiye, bir çok konuda olduğu gibi ülkemize yönelen göç hareketlerinin ortaya çıkardığı sonuçları, şehirlerimizde biriken etnik ve bölgesel aidiyetlere mensup farklı diasporaların demografik yapısını ve kültürel özelliklerini, doğru ve sağlıklı değerlendirmede çoğu defa yetersiz kalıyor.
Çatışma ve kriz bölgelerinden ve görece daha yoksul ülkelerden gelen tüm insanları genellikle aynı basmakalıp yargılar ve klişelerle değerlendiriyor, tümünü tek bir kategori içinde genellemeci bir bakışla ele alıyoruz.
Oysa Türkiye’ye zorunlu nedenlerle gelenlerin hepsi aynı nedenlerle göç etmedikleri gibi; tümü aynı eğitim, sosyal ve kültürel gelişmişlik ve ekonomik gelir düzeyinde değildir. Türkiye’ye bakış açıları da önemli farklılıklar gösterebilmektedir.
Gelenlerin önemli bir bölümü, dünyanın farklı ülkelerinde yaşamış, vizyon ve deneyim sahibi insanlardır.
Nitekim kendisine sistematik baskı uygulanarak işyeri hukuksuz biçimde kapatılan Muhammed İsa Abdullah, hayatının önemli bir bölümünü Kanada’da geçirmiştir. Orada çocuklarını yetiştirmenin getireceği açmazlardan kurtulmak için ve ailece kültürel uyumsuzlukla karşılaşmadan daha iyi şartlarda yaşayabileceğini düşündüğü bir ülke olarak Türkiye’ye gelmiş ve esasında Türkiye’ye karşı oldukça dostane hisler besleyen bir kişidir.
Gerçek böyle olmasına rağmen, Türkiye’nin özellikle Afrikalı ve Ortadoğulu göçmenlere karşı geliştirdiği, temelde cilt rengine ve etnik kökene endeksli, vulgar, önyargılı ve ayırımcı klişeler doğrultusundaki nobran ve ötekileştirici uygulamayı devreye sokmasının kurbanı olmuştur.
Bir başka önemli nokta, Ankara’da bir Somali lokantası bulunmasının, aslında şehrin hayat kalitesini ve sosyal çekim gücünü arttıracağı, Ankara’nın bir dünya kenti olmasına katkı sağlayacağı ve dolayısıyla ülkenin kültürel çeşitliliğini zenginleştireceği gerçeğinin yetkililerce göz ardı edilmiş olmasıdır. Kaldı ki, ülke dışında “Michelin Yıldızlı” üç Somali restoranı bulunması itibariyle, Somali mutfağı dünyaya açılmada ciddi bir gelişim potansiyeline sahiptir. (Türkiye’nin ise ülke dışında Michelin yıldızlı bir restoranı bulunmamaktadır.)
Dünyanın New York, Paris, Londra gibi büyük metropolleri, bu tür farklı dünya mutfaklarını ve damak lezzetlerini yansıtan restoranları bir zenginlik unsuru sayarken, Türkiye’nin böyle bir çeşitliliğin sağlayacağı artı değeri kavrayamaması açıkça bir idraksizlik ve vizyonsuzluk örneğidir.
Türkiyede idari yetkililerin ve polisin Kızılay’ı Ortadoğu kökenlilerin veya siyahi Afrikalıların yerleşiminden ve ticari faaliyetlerinden uzak tutma yönünde gösterdiği ilkel ve nafile gayretlerin, hiç bir mantıklı ve gerçekçi temeli olmadığı gibi dünyada da geçerliliği bulunmamaktadır.
Bir kentte insanların bölgesel yerleşiminde belirleyici olan unsurlar, idari zorlamalar veya polisiye tedbirler değil; bölgenin gelişmişlik düzeyi, fiziki dokusu, hayat standardı gibi altyapı özellikleriyle birlikte kira, ulaşım vb gibi ekonomik maliyetlerin düzeyidir.
Bu açıdan dünyadaki New York, Paris, Londra gibi önemli metropollere baktığımızda, ülkedeki farklı diasporaların genellikle nüfus sirkülasyonunun daha yüksek, geçim maliyetlerinin daha katlanılabilir olduğu kent merkezine yakın yerlerde yerleştiği görülür. Çevre bölgeler (banliyöler) genellikle zenginlerin yerleştiği bölgelerdir.
Bu bakımdan Somalililerin, Ankara’da zenginlerin hızla boşalttığı ve giderek daha düşük geçim standartlarındaki insanlarca itibar edilen bir semt haline gelen Kızılay’da işyeri açma girişimlerinde herhangi bir sorun veya terslik yoktur.
Sorun, idari yetkililerin bu gerçeği okuyamaması ve kendilerince konuyu sosyal ve ekonomik gerçekliğe, dünyadaki sürükleyici ve belirleyici eğilimlere aykırı olarak; baskı, dayatma ve hukuksuz yöntemlerle çözme yoluna gitmeleridir.