Haraç çetesince infaz edilen spor salonu işletmecisi
Bir kaç gün önce gerçekleşen kan dondurucu bir olay:
“Ankara’da, şehir eşkiyası haraç vermeyi kabul etmeyen, spor salonu sahibini önce tehdit edip sonra salonunu kurşunladı.
Daha sonra tanınmamak için başına motosiklet kaskı takıp gelerek salon sahibini, üç yaşındaki oğlunun gözü önünde ateş ederek öldürdü.”
Olay nerede oldu?
Ankara’nın göbeğinde, yüzlerce metre yakınında polis merkezinin bulunduğu bir semtte…
Bu, aniden ortaya çıkan sıradan bir saldırı ve cinayet miydi?
Hayır!
Öncesinde, belki aylarla ifade edilebilecek bir sürece yayılmış, haraç isteme, tehdit ve işyeri kurşunlama aşamaları bulunan planlı ve maksatlı bir cinayet…
Olayın gelişim sürecinde güvenlik ve savcılık makamlarının pozisyonu ve tutumuna ilişkin ayrıntılı bilgi sahibi değiliz. Ama, maktülün cinayet öncesinde maruz kaldığı tehdit ve kurşunlanma aşamalarından resmi mercilerin haberdar olmaması mümkün değil.
Beklendiği gibi, ardından mağdurun ihbarı üzerine savcılık veya emniyet tarafından suç kaydı oluşturma, delil arama, tanık beyanı, kamera görüntüsü ve HTS kayıtlarının izlenmesi gibi organize suç şebekelerinin boşluk ve iz bırakmayacakları konularda etkisiz ve sonuç getirmeyecek bir yığın formalite ve işlemlerle başlatılan bir takip süreci…
Ne yazık ki, tehdit, haraç ve yağmalama suçlarına dair ihbarlar çoğu defa sonuç getirmeyecek bu türden nafile çabalarla sürüncemede kaldığı için, çeteler başlatılan yasal takibatı ciddiye almayıp hiç umursamadan yollarına devam ediyor ve istediklerini elde edemeyince kurbanlarını infaz etme sonucuna kadar gidiyorlar
Peki, üç yaşındaki bir çocuğa tarifsiz bir travma yaşatan bu acımasız cinayete yol açılmasının sorumlusu ve müsebbibi kimdir dersiniz?
Çok acı ve rahatsız edici olacak, ama Türkiye’de mevcut şartlar altında vatandaşı bu tür bir tehdit ve tehlikenin doğuracağı sonuçlardan kurtarmada, vahim derecede yetersiz bir güvenlik sistemine sahip olduğumuz gerçeğinden hareket ettiğimizde ne yazık ki, “kendisidir” demek durumundayız.
Neden mi?
Mafyanın ve çetelerin alabildiğine yaygınlaştığı ve kurumsallaştığı günümüzde, maktulün önceden gerçekleştirilen tehdit, saldırı ve kurşunlamaya rağmen haraç isteğini reddedip onurlu bir direniş göstererek kendi mekanında idam mahkumu gibi ölüm infazını beklemek yerine, istenen haracı ödeyip kurtulmadığı ve “bile bile lades diyerek” canından olduğu için…
Bu noktada olayın en kahredici yönü, iş yeri sahibine yapılan tehdit ve kurşunlama eylemlerinin ardından, konu emniyet ve savcılık makamlarının takip ve denetim sorumluluğuna tevdi edildiği ve dolayısıyla haraç baskısına maruz kalan şahıs devletin himayesi altına alınmış olduğu halde, cinayetin, devletin gözetici ve koruyucu kolları arasında iken işlenmiş olmasıdır.
Asayiş ve güvenlik hizmetine, özellikle suç oluşturan eylemlerin ve suç işleyenlerin takibi kapsamındaki görevlere, resmi işlem mantığı ve bakış açısıyla yaklaştığınızda yapılacak klişe açıklama şudur:
“Efendim yapılan ihbar üzerine dosya açtık. Muamelatı tamamladık. Süreci başlattık. Gereğini takip ediyoruz…”
Mafya, haraç ve tahsilat çeteleriyle, devlet memuru zihniyetiyle asla baş edilemez.
Devlet memuru ne yapar?
Yazı yazar, tutanak tutar, ifade alır, kâğıt kürek işleriyle uğraşır.
Maalesef, tamamen kurallara odaklanarak yasaların ve formalitelerin cenderesinden çıkamayan polisimizin, savcılıklarımızın yaptığı da budur?
Cinayet işlendikten veya olay vuku bulduktan sonra, olan bitenin tespitini yapmak…
Kim nereden geldi? Ne zaman oldu? Kim ne yaptı? Kim gördü? Falan, filan…
Devlet memuru, görevini yasaların öngördüğü ve sınırlarını çizdiği yöntem ve ilkeler çerçevesinde yerine getirir. İşlem yaparken amaca yönelik bir sonuç elde etmekten çok yasaların ve mevzuatın gereğini yerine getirmeye odaklanır.
Yaptıklarından, kamunun örgütlenme ve işleyiş felsefesinin temel özelliği gereği, yararlı bir sonuç elde edip etmediği değil, mevzuata uygun hareket edip etmediği
yönünden sorumlu tutulacağı için, en ufak bir hata riskini göze almaz ve “sıfır riskle” çalışır.
Oysa temelde bir devlet memuru olan güvenlik personelinin, diğer kamu personeli gibi riski asgariye indirmek, hele “sıfır riskle” görev yapmak gibi bir şansı yoktur. Polislik görevi, tabiatı gereği yüksek oranda risk, yani “can güvenliği tehlikesi” taşır.
Güvenlik hizmetinin yerine getirilmesinde riski en alt düzeye indirme, hele sıfırlama çabası, can güvenlikleri korunması gerekenler açısından ölümcül sonuçlar doğurur.
Sorumlu kişi, konu ile ilgili öngörülen formalitelerin gereğini eksiksiz yerine getirmekle görevini yapmış olmaz. İstenen sonucu elde etmekle, yani “suçluları tespit edip yakalamakla” görevini yapmış olur.
Oysa devletin ve güvenlik örgütünün korumak durumunda olduğu kişilerin canlarına kastedenler ve bu çerçevede hasımlarıyla veya polisle karşı karşıya gelenler, her türlü riski, hatta ölümü göze alarak yola koyulurlar. İşte suçluların ve çete mensuplarının, hiç bir engel tanımadan ve her yolu kullanarak odaklandıkları hedefe hızla ulaşmalarını sağlayan unsur, bu “yüksek risk üstlenme” faktörüdür.
Polisin ve adli yetkililerinin tüm süreç ve aşamalarda evrak, kayıt, yazışma, tutanak, ifade zaptı gibi işlemlerle oyalanıp patinaj yaparken amaçlarını kaybetmelerine ve can güvenlikleri kendilerine emanet edilen kişileri koruma hedefinden uzaklaşmalarına yol açan, dolayısıyla varlık nedenlerini sorgulatan temel ontolojik problem de riskten kaçınma ve formalitelere boğulma zafiyetleridir.
Kabul etsek de etmesek de artık, devletin kamu güvenliği ve adalet alanındaki güçsüzlüğünden ve yetersizliğinden doğan otorite boşluğunu doldurmak ve devletin fonksiyonlarını ikame etmek üzere devreye giren, adalet dağıtan, hüküm biçen ve ölüm kararı veren bir “mafya ve organize suç örgütleri gerçeğiyle” yüz yüzeyiz.
Tehdit, şantaj ve haraç isteme suçlarında başarılması gereken şey, öncelikle olayların önüne geçilerek suçluların adım atmalarına fırsat vermeden yakalanmalarını sağlamak, bu amaçla tüm aşamaları kontrol altında tutmak; saldırıya geçtiklerinde ise mağdurlara zarar vermelerine fırsat vermeden etkisiz hale getirilmelerini sağlamaktır.
Spor salonu sahibinin öldürülmesi, çetelerin haraç baskısıyla işlenen ne ilk, ne de son cinayettir.
Bu gerçekten hareketle, bu tür bir tehlikeye maruz kalan insanların can güvenliklerininin korunması, suçluların takibi ve yakalanmaları konusunda; ilgili mevzuatın, emniyet ve savcılık birimlerinin yeterliliğinin ciddiyetle sorgulanması gerekmektedir.
Çözüm açısından ise, polisin daha çok inisiyatif kullanmasına ilişkin yetkilerinin arttırılması dahil, gerekli tüm hukuki ve idari tedbirlerin bir an önce alınması hayati önem taşımaktadır.