Azgelişmişlik ve adaletsizliğin dayanılmaz ağırlığı: Kapatılan göçmen lokantası
“Somali kökenli Muhammed İsa Abdullah, 2019’da Ankara’da açtığı Somali yemekleri pişiren lokantasının tabelasının Türkçe olmaması gerekçesiyle sistematik biçimde uğradığı çevre ve polis baskısı nedeniyle tabelayı bir kaç defa değiştirmek zorunda kaldı.”
“Saab” olan lokantanın adını Arapça’dan Latin harflere çevirerek tabelayı yenilemesi yeterli olmadı. Kendisinden tabelayı, üzerinde herhangi bir yazı olmaksızın beyaza boyaması istendi. Bunu da yaptığı halde sorun çözülmedi.”
“Sonunda sürekli artan baskılara dayanamayarak lokantayı kapatmak zorunda kaldı.”
“Kısa bir süre sonra kapatılan işyerinin bulunduğu yerde, başkaları tarafından “….Coffee House” isimli yeni bir işletme açıldı.”
“Çevreden ve polisten hiç itiraz ve baskı gelmeyen yeni kafe, halen sorunsuz biçimde faaliyetine devam ediyor”
(Haberlerden)
…
Yıldırma amaçlı ısrarcı baskılar karşısında istenileni yerine getiren lokantacının, her defasında başka istekler ve akla ziyan bahanelerle karşılaşması “pes” dedirtti…
Baskı süreci boyunca gözaltına alınan, müşterileri taciz edilen, oturum izni iptal edilen, ceza kesilen, sınır dışı edilme amacıyla geri gönderme merkezine sevk edilen Muhammed Abdullah’a yönelik bu uygulamalar; aslında sadece kendisine değil, Kızılay çevresindeki Afrika kökenliler tarafından işletilen tüm lokanta ve dükkanların faaliyetlerine son vermeye yönelik sistematik yıldırma politikasının bir parçasıydı.
Hatta süreç içerisinde;
-Bir defasında işyeri tabelasındaki Afrika uluslarını temsil eden sarı kırmızı ve yeşil renklerin, PKK terör örgütünü çağrıştırdığı ve terör propagandası anlamına geleceği gibi saçma sapan bir gerekçe ile tabelayı kaldırması istendi.
-Diğer bir defa, “Saab”ın anlamının kendisine sorulmasına karşılık, “Saaab, ‘güçlü’ demek” cevabını vermesi üzerine; “Demek ki sen bize güç gösterisinde bulunuyorsun, yani kafa tutuyorsun” şeklinde, anlaşılması mümkün olmayan bir suçlamaya maruz kaldı.
Baskı sürecinde, Muhammed Abdullah sebepsiz ve keyfi biçimde göz altına alınıp bir haftayı aşkın bir süre nezarette tutulduğu gibi, lokantanın müşterileri de sık sık kimlik kontrolü, güvenlik taraması gibi göstermelik bahanelerle taciz edilerek bezdirilme yoluna gidildi.
Muhammed’in eşi ve restoranın resmi işletmecisi Mesaret Abdullah’ın Somali uyruklu Türk vatandaşı statüsünde olmasına rağmen bu baskıların yapılması, uygulamanın ne kadar haksız ve keyfi olduğunun başka bir işaretiydi…
Muhammed’in, çevredeki diğer Afrika kökenli işletmecilerden farklı olarak erken pes etmemesi ve hakkını yasal yollarla aramakta ısrarcı olması, kendisine yönelik baskı ve tacizlerin şiddetinin giderek arttırılması sonucunu getirdi ve “kamu düzenini tehdit” suçlamasıyla hakkında “sınır dışı edilme” kararı verildi.
Göçmenlere yönelik bu uygulamanın amacı, zaman zaman kendilerine telaffuz edilen beyanlarda açıkça görüleceği gibi, özetle şuydu:
-“Sizi burada istemiyoruz,”
-“Kızılay tarafında dolaşmayın, göz önünde bulunmayın”
-Buradan gidin, eğer Kızılay civarında görünür olmaya devam ederseniz iş yerinizi kapatıp sizi ayrıca sınır dışı edeceğiz”
Aynı yerde, siyahi göçmenlerce değil de, beyaz tenli Avrupalı yabancılar tarafından Türkçe dışında bir dilden mesela Fince veya Lehçe tabelalı bir işyeri açılmış olsaydı, kendilerine bu türden bir baskı uygulanır ve dükkanları kapatılır mıydı?
Hiç sanmıyorum…
Daha sonra aynı yerde, “….Coffee House” adlı, İngilizce isim ve tabela ile başka bir işyerinin açılmasına ve faaliyet göstermesine ses çıkarılmaması, bu yönde bir akıl yürütme ve tahminde bulunmanın hiç de haksız olmadığını ortaya koyuyor.
Almanya’da sizin Türkçe isim ve tabelalı bir restoranınıza polisin benzer gerekçelerle sistematik baskı uyguladığını ve haksız olarak kapattığını varsayalım.
Ne derdiniz?
Veya halen dünyada geçerli hukuk standartlarına uymayan böyle bir tasarrufu onlardan bekler miydiniz?
Gerçekleşen olaylardan ve yürütülen uygulamalardan çıkarılabilecek sonuçlar:
-Yapılanlar, ilkel, vulgar, insanlık dışı, ayırımcı, bağnaz ve ötekileştirici bir uygulamadır.
-Bir yabancı dilden tabelayı yasaklarken başka bir yabancı dilden tabelaya göz yummak, idarenin uygulamalarında adil olmadığını, keyfi ve hukuksuz davrandığını ortaya koymaktadır.
-Varılmak istenen hedef, bölgeyi genel olarak her türlü yabancı etkisinden ve kültür istilasından korumak değil, özellikle “alt” ve “geri” kategoride algılanan Afrika kökenli göçmenlerden ve onların dil ve kültürlerinin görünür olmasından korumaktır.
-Getirilen yasaklama, girişim özgürlüğüne bir saldırı niteliğinde ve maişet derdiyle ayakta durmaya çalışan bir aileye hayat hakkı tanımamaya yönelik imhacı ve vicdanları rahatsız edici bir uygulamadır.
-Irkçılığı ve kültürel farklılıklara karşı tahammülsüzlüğü açıkça tescil eden bu uygulama, Batı dünyasında Türk ve İslam düşmanlığına karşı mücadele etme iddiasında bulunan ülkemizin kendi tezini çürüttüğü ve haklılık gerekçesini ortadan kaldırdığı anlamına gelmektedir.
-Polisin temel görevi insanların can ve mal güvenliklerini korumak ve bu konudaki yetkilerini hukuk kuralları çerçevesinde kullanmaktır. Böyle iken, polisin Saab restoranına yönelik görev ve yetki sınırlarını aşarak yürürlükteki mevzuat kurallarına bütünüyle aykırı biçimde yürüttüğü uygulamalar, keyfiliğin ve görev suistimalinin açık ve tipik bir örneğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin başkenti Ankara’nın göbeğinde, açıkça tüm adalet ve hakkaniyet ilkeleri çiğnenerek kişinin tasarruf ve girişim hürriyetinin elinden alınması ve işyeri açma hakkından mahrum bırakılması; evrensel normlara, insan haklarına ve iç hukuk kurallarına bütünüyle aykırıdır.
Hiç bir bahane ile gerekçelendirilemeyecek, hoşgörülemeyecek ve savunulamayacak olan bu uygulama, açık bir insan hakları ihlali ve bir insanlık ayıbı olarak Türkiye’nin insan hakları karnesini ve uluslararası itibarını zedeleyecektir.
…
Bir sonraki yazımda, psikolojik ve sosyal boyutlarının analizi çerçevesinde konuyu işlemeye devam edeceğim.