Yeni bir ülke kurmak
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına ideallerini ve istikametini yitirmiş, beynelmilel muadilleriyle rekabette kurumlarının neredeyse hepsi nal toplayan, şehircilikten sanayiye, bilimden ekonomiye, adaletten kamu yönetimine kadar hemen her alanda iflas bayrağını çekmiş bir ülke olarak girdik.
İsteyen elbette deve kuşu misali kafasını toprağa gömüp “karamsar yorumlarla moral bozmayalım”, “hiç mi iyi bir şeyler yok”, “bak nereden nereye geldik” gibi kandırmacalarla bir süre daha oyalanabilir.
Hakikatten iyiden iyiye kopmakta bir mahzur görmeyenler, “şahlanma”, “atağa kalkma”, “Türkiye yüzyılı”, “Türk cihan hakimiyeti” gibi kof sloganlarla kendilerini kandırıp duranların peşinde biraz daha vakit kaybedebilirler.
Fakat çıplak hakikatle, olduğu gibi yüzleşme cesaretini gösterebilenlerin artık daha fazla vakit kaybetmeden yarınlar için düşünmeye, çalışmaya, üretmeye başlaması gerekiyor.
Her tarafıyla yeni baştan kurulmayı bekleyen bir ülke var.
Nasıl sağlam binalar ancak sağlam temeller üzerine kurulabilirse, sağlam ülkeler, sağlam medeniyetler de sağlam temellere ihtiyaç duyarlar.
Kaba kuvvetle, barbarlıkla, acımasızlıkla, ilke kaide tanımazlıkla, kanla, zulümle, kıyıcılıkla ilk bakışta büyük ve güçlü gibi görünen devletler vücuda getirmek mümkün olsa da bunlar medeniyetler tarihi içinde saman alevi misali görünüp kaybolan cılız, geçici, iz bırakmayan tecrübeler olarak kalmaya mahkum.
O yüzden, şimdi kurulacak yeni yapının temellerinin sağlam atılması, “statik hesaplarının” en baştan doğru yapılması gerekiyor.
Çalışmaya, birlikte yaşama iradesini ortaya koyacak kitleyi nasıl tanımlayacağımızdan, çerçevesini nasıl çizeceğimizden başlamamız lazım.
Kime “biz” diyeceğiz? Köylülerimize mi? Soydaşlarımıza mı? Dindaşlarımıza mı? Aynı ideolojinin / liderin peşine beraberce düştüklerimize mi, aynı dili konuştuklarımıza mı, dilinden inancından bağımsız olarak aynı toprakları paylaştıklarımıza mı?
Ortak paydalarımız, metotlarımız, hedeflerimiz, değerlerimiz, kırmızı çizgilerimiz neler olacak?
Ontolojik, estetik, epistemolojik, etik “temel kazıklarımız” hangileri olacak?
Bu kritik sorulara cevap arayanlar, pek çok insandan “ortalama/sıradan insanlar böyle şeylerle zerre kadar ilgilenmez, fildişi kulenizden hayatta hiçbir karşılığı olmayan önerilerde bulunuyorsunuz” tepkileri alıyorlar.
Evet… İnsanların çoğu oturdukları binanın statik hesaplarını, mimari projesine uygun inşa edilip edilmediğini, imar planlarında izin verilen kat sayısının aşılıp aşılmadığını, kolonlarda kullanılan demir miktarını yahut beton kalitesini merak etmezler.
Ama tüm bunların birileri tarafından, tam da olması gerektiği gibi yapıldığını “varsayarlar”.
Deprem, varsayımlarımızın yanlış olduğunu ayan beyan ortaya koydu.
Gördük ki “var” saydığımız şeyler aslında “yokmuş”!
Elbette tek tek tüm insanların mimarlık, mühendislik hesaplarından anlaması mümkün değil.
Ama işte “birilerinin” o hesapları doğru düzgün, hilesiz hurdasız şekilde yapması “farz-ı kifaye”.
Açıkça ortaya çıktı ki kervanın yolda düzüldüğü falan yok! Temeli sağlam atılmayan bina sağlam yükselmiyor.
Burada önerdiğim şey, hayatın ve insanoğlunun kaotik tabiatını göz ardı ederek tepeden tırnağa her şeyin ince ince planladığı bir toplum mühendisliği çalışması değil!
İlkelerin, usullerin, çerçevenin, oyun kurallarının, ayağımızı basacağımız zeminin tespitinden bahsediyorum.
Kimsenin tek başına başaramayacağı, ancak akıl, ilim ve vicdan sahibi, cesur ve ahlaklı kimselerin bir araya gelerek kotarabilecekleri bir vazife bu.
Almanlar ikinci dünya savaşında uğradıkları o çok ağır hezimetten sonra dağılan ordularını yeniden kurmak için üzerinde çalıştıkları formüle “innere führung" (iç rehberlik) ismini vermişlerdi.
Bizim de kanunlarımızı yapacak ve uygulayacak olanların akıl ve kalplerine nakşetmek üzere formüle etmemiz gereken ‘iç rehberlik' değerlerimizi tespit etmemiz lazım.
Kim yapacak demeyin! Her milletin içinde böylesine zor bir işin altından kalkabilecek, üstün niteliklere sahip kimseler bulunur. Yeter ki onların söylediklerine kulak verip itibar etme ferasetini gösterebilelim.