İstemeden gelenlerin hücumu...
Hemen pek çok şey istemeden geliyor yanıma. Sadece yanıma değil, gözüme, kulağıma, burnuma. Beş duyumla yoklayıp bilebileceğim, ölçüp tartabileceğim, koklayıp saklayacağım ne kadar akla hayale gelmez şey varsa bana yöneliyor. Bir kısmı rüzgarın yüzüme çarpması, çapkın iğde kokusunun süzülüp beni bulması benzeri kendiliğinden geliyor bundan şikayetçi değilim fakat neredeyse pek çoğu bile isteye, bir kurgunun, hesabın neticesinde yaklaşıyorlar yanıma. Buna göstermeden gösterilenleri, gürültü patırtı çıkarmadan yaklaşanları, tatlı dil güler yüzle cilve yapanları da eklediğinizde iş iyiden saçaklanıyor. İnsan olarak bende toplanan, herkesin maruz kaldığı çağdaş bir fenomene dönüşüyor. Modern bireyi tanımlamak gerekseydi istemeden kendisine gelenler karşısında savunmasız, istediklerine kolayca erişemeyen kişi diyebilirdik. Modern insan nice istediklerine erişemeyen kişi değildir sadece insan olmanın temel haklarına bir türlü gittikçe kavuşamayandır da. İş, barınma, yaşama güvencesi yanında sağlıklı gıda hakkına kadar nice şeye inince mahrumluk, istenmeden gelen şeylerin doğası daha net anlaşılıyor. İstenmeden gelenler isteyerek bize gönderiliyor çünkü. Biz, ben onların avı, müşterisiyiz çünkü.
Bugün dünyanın hemen her yerinde türlü kisvelerle insanın karşısına çıkan sorunlar konuşulurken bunların sebepleri çoğunlukla örtülüyor. Mesela bir adet şeftali kendiliğinden pahalı olurmuş gibi bir hava yaratılıyor. Ekonominin kanunu böyle deniliyor. Oysa insan dışındaki hiçbir nesne, mal hatta canlı kendisine bir değer biçemez. Bir yerde bir mal veya hizmet bir varlık veya yokluk niteliği taşıyorsa onun karşısında beliren insanlara bakmak gerekir. İnsanın emeği, bilgisi, yeteneği, yaratıcılığı vesilesiyle elde etmesi gereken hak ile değil haksız ele geçirdiği maddi ve moral güç sebebiyle bozuluyor her şey. İnsanın istediği ve hak ettiği elinden alınırken istemediği sürekli önüne iteleniyor. Elbette bedelsiz değil.
İstememek hakkı istemekten farklı olarak kategorik bir haktır oysa. İstemeyen kişi bir bilgi kadar bilinç katına çıkmıştır ve insanın insandan nitelik yönünden ayrışması neyi istemediğiyle belirginleşir. Mesela ekmek yemeyi istemek normal ve genel bir hak iken hormonlu buğdaydan yapılmış ekmek yemeyi istememek buna örnektir. Giyinmek de yine doğal bir istektir fakat insan bedenine zararlı maddelerden yapılmış giysilere karşı çıkmak istememe hakkıdır. Gün içinde hemen her köşeden o kadar görsel şey hücum eder ki insanın üzerine bazen neyi isteyip neyi istemediğini bile karıştırır. İştahını kabartan yiyecekler, tür tür aksesuarlar, türlü felaket ihtimalleriyle akıl bulandıran sigorta poliçeleri. Popüler kültürün akla hayale gelmez ve kolayca kabul edilip tüketilirmiş gibi gözüken unsurları. Birden sağanak havasına bürünüp önüne kattığı onca şeyi sürükleyen kampanyalar. Politik olanlar da dahil buna.
Günlük hayat içinde ihtiyaç duyduklarımıza ulaşmaya sıra gelince neredeyse onları bulmak o denli kolay olmuyor. Gerçi dileyene dilediğince her şey var üstelik her fiyat ve çeşitlilikte diye dayatılan dilin de hiçbir karşılığı yok. Macera olsun veya vakit geçsin diye gösteriş içinde o markadan bu markaya koşan tuzu kurular değil derdimiz. Onların zaten isteyip istememek diye bir sorunları da yok. Dişi ağrıyan adamın en kısa zamanda en sağlıklı ve en uygun fiyata hizmete kavuşması cinsinden bir şeyden dem vuruyoruz. Dileyen denesin, internette zevkiniz ve bütçenize uygun bir ürün aradığınızda istediklerinizden daha çok istemedikleriniz dökülür önünüze. Yetmedi günlerce alakalı alakasız bir sürü görsel uyaran taciz edip durur gözünüzü. O halde sormak gerekir istemeden gelenlerin çok olduğu bir dünyanın dengesinden ve adaletinden söz edilebilir mi?
Abartısız bir toplumun medenilik seviyesi kadar sosyo kültürel dinamiklerinin bileşenleri bir insanın istediklerini ne ölçüde karşıladığıyla yakından ilgilidir. Ekonomik gelişmişliği yabana atıyor değilim fakat ekonomik seviyenin dünyanın neredeyse mal, hizmet ve teknoloji üreten yetmedi verimli tarım alanlarını üstüne geçiren şirketlerin elinde olduğu hatırlandığında ihtiyatlı olmak gerekiyor. Hem küresel şirketler hem de onların yerel aparatları istemeden gelenlerin doğrudan veya dolaylı yayıcısı olabiliyorlar. Böylesi durumda insanın neyi isteyen ve neyi istemeyen varlık sıfatıyla nitelik kazandığına odaklanmak gerekiyor.
İhtiyaçlarımız kadar duygu ve düşüncelerimizin yetmedi gelecek düşlerimizin bizden önce tasarlanıp en tatlı yollarla önümüze serilmesi karşısında uzun vadede yapılacak yegane şey istek duygumuzu sigaya çekmek olmalı. Ben tam olarak ne istiyorum ve bu isteklerime ne kadar ihtiyacım var? Hatta nitelikli bir birey olmak için istek önceliklerim nasıl sıralanmalı? Kimin gücü bu hesabı yapmaya yeter tartışmalı fakat öteki türlü ayağımızı çelmeleyen, gözümüzü kamaştırıp cebimizi boşaltan, vaktimizi çalıp yolumuzu uzatan sonuçlardan şikayet etmeye hakkımız var mı? İstemeden bize gelenlerin listesini çıkarmaya ise ayrıca gerek yok. Hak edip de istediklerimiz ve bir türlü erişemediklerimizi sayıvermek yeterli. Vaat, hak postuna bürünmüş bir şenlik şeytanı sonuçta. Her yerde, her zaman her şartta ve her şekilde.