Empati ve kutuplaşma
Empati denildiğinde akla gelen isim olan Amerikalı psikoloji profesörü Carl Rogers empatiyi, bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, muhatabının iç referans çerçevesini, duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlayıp hissetmesi, nihayet bu durumu ona iletmesi süreci olarak tanımlıyor.
Psikopatlar/sosyopatlar hariç herkeste az çok bulunan “empati” kabiliyeti, bizi “insan” yapan en önemli özelliklerimizden birisi.
Asında “psikopati” ve “sosyopati”, psikoloji literatüründe daha önceleri birbirlerinin yerine kullanılmış iki kavram. Bunların yerine artık “anti sosyal kişilik bozukluğu” ifadesi tercih ediliyor.
Anti sosyal kişilik bozukluğu gösteren hastaların “alâmet-i farikaları”, empati yeteneğinden yoksun olmaları.
Bu tür hastalar, kendi çıkarları ve zevkleri için başkalarının sağlığını, itibarını, güvenliğini tereddüt etmeden tehlikeye atabiliyorlar. En ufak bir rahatsızlık hissetmeden başkalarına iftira atabiliyor, başkalarının canlarını yakıp varlıklarını çalıp çırpabiliyor, hatta işkence yapıp cinayet bile işleyebiliyorlar. Büyük acılar yaşattıkları insanların karşısında hiçbir acıma, üzüntü, pişmanlık, utanç hissetmiyorlar.
Çok şükür, bu temel insani histen tamamen yoksun olma hâli, çok az sayıda kimsede görülüyor.
Empati kabiliyetimiz, aynı zamanda sosyal varlıklar olarak birlikte yaşayabilmemizi mümkün kılan en önemli unsurlardan biri.
Gerçek anlamını toplumsal ilişkiler bağlamında kazanan kişisel (psikolojik) hallerin toplumsal (sosyolojik) seviyedeki yansımaları, insan toplulukları arasındaki ilişkiler üzerindeki etkileri, hayli ilgi çekici bir konu.
İnsanların kendi grupları içindeki ve dışındaki fertlere yönelik empati hislerinin nasıl farklılaştığını gözlemlediğimizde, fertlerin kendilerini ait hissettikleri sosyal grubun mensuplarına gösterdikleri empatinin her zaman başka grupların mensuplarına gösterdiklerinden fazla olduğunu müşahede ediyoruz.
Bize benzeyen, bizimkilere benzer hisleri ve hassasiyetleri taşıyan, ortak inanç ve hedefleri paylaştığımız kişileri arayıp buluyor ve onlara kolayca empati yapabiliyoruz.
Bize benzemeyen “kimselerle” ve onların bizimkilere hiç benzemeyen “fikir” ve “hisleriyle” irtibatımızı ise mümkün olduğunca azaltma temayülündeyiz.
Yakın çevremizde olmayanlara, aşina olmadıklarımıza empati yapmayı yorucu, psikolojik olarak masraflı ve biraz da lüzumsuz bir çaba gibi algılıyoruz.
Sanki merhamet, acıma, şefkat, anlayış, hoşgörü, diğerkâmlık, fedakârlık gibi hisler sadece “bizden olanlara” karşı beslenebilirmiş gibi geliyor.
“Bizden” olanın yardımına koşuyor, “ötekileri” pek umursamıyoruz.
“Bizden” olanların hayatlarına, acılarına, sevinçlerine önem veriyor, “başkalarınınkine” bigâne kalıyoruz.
“Bizden” olanlar zulme ya da haksızlığa uğradığında çok üzülüyor, büyük tepki gösteriyor, feryat ediyor, “diğerleri” aynı şeylerle karşılaştığında hiçbir şey olmamış gibi hayatlarımıza devam ediyoruz.
Hele hele “ötekilerin”, “bizden olana” zarar vermesi, tehdit oluşturması söz konusuysa “grubumuzun mensuplarına” yönelik empati hissimiz bizde “öteki grupların mensuplarına” yönelik kızgınlık, nefret ve düşmanlık hisleri tetikliyor. Neticede başkalarının acılarına karşı duyarsızlaşıyoruz.
Yani insanların güçlü empati kabiliyetlerine sahip olması, ilk bakışta sanıldığı gibi kutuplaşmayı azaltmak bir tarafa, kutuplaştırmayı iyice arttıran bir rol oynayabiliyor!
Çünkü mahalli, etnik, dini kimliklerin, cemaat aidiyetlerinin bu kadar vurgulandığı bir vasatta, “ötekilere” empati yapabilmek çok zor.
İnsanlar, çok farklı, uzlaştırılamaz fikir ve ideallere sahip oldukları için değil, grup aidiyetleri gittikçe daha çok öne çıktığı ve kendi cemaatlerindekilere karşı besledikleri yoğun empati hisleri, “ötekilere” yönelik çok yoğun öfke, korku, güvensizlik hisleri ürettiği için kutuplaşıyorlar.
Hatta, “ötekilere” yönelik empati geliştirenler “ahmak” yahut “hain” damgasıyla bu öfkeden paylarını alıp gruplarından dışlanabiliyorlar.
Hasıl-ı kelâm, kutuplaşmanın çaresini, empatiyi arttırmaktan ziyade “ötekilerin” sayısını azaltmakta aramak lazım.