Cehaletimizi kabullenmedikçe…
Yuval Noah Harari meşhur kitabı Sapiens’de pek çok kişinin kafasını meşgul eden bir soruya cevap arıyor:
“18. asrın sonlarında Asya, dünya ekonomisinin yüzde sekseninin döndüğü yerdi. Avrupalıların Müslümanlara, Hintlilere ve Çinlilere karşı belirgin bir teknolojik üstünlüğü de yoktu! Peki nasıl oldu da hemen bir sonraki asırda Avrupalılar kendileriyle dünyanın geri kalanı arasındaki farkı böylesine açabildiler?”
Harari’nin bu soruya birkaç cevabı var:
Kadim imparatorluklar dünyayı zaten mükemmelen anladıklarını düşünüyorlar ve fetihlerini bilmedikleri bir şeyleri bulmak için değil, sadece zenginliklerini arttırmak ve kendi dünya görüşlerini yaymak için gerçekleştiriyorlardı.
Avrupalı bilim insanları ve fatihler ise işe ilk önce “cehaletlerinin farkına vararak” başlamış, “uzaklarda ne olup bittiğini bilmiyoruz” diyerek yeni keşiflere çıkmışlardı.
Modern Avrupa’nın kendisini diğerlerinden farklılaştıran emperyal tavrına “keşfet-fethet” zihniyeti adını veren Harari, iddiasına delil olarak eski medeniyetlerin ürettikleri haritaları gösteriyor.
15. asırdan evvel yapılan haritalarda hiç boş yer olmazmış. Haritalar tüm dünyanın bilinmeyen hiçbir köşesinin olmadığı intibaını verirmiş.
15. ve 16. yüzyıllarda Avrupalılar, pek çok boşluğu olan haritalar yapmışlar.
Harari’ye göre boş haritalar, hem psikolojik hem de ideolojik olarak önemli bir kırılma noktasını gösteriyor: Avrupalıların dünyanın önemli bir bölümü hakkındaki “cehaletlerinin” itirafını.
Eğer bir konuda cehaletinizi kabul ederseniz o konuda öğrenmeniz gereken çok şey olduğunun farkına varmışsınız demektir.
“Modern Avrupalılar için imparatorluk kurmak aynı zamanda bilimsel bir projeyken bilimsel bir disiplini oluşturmak da emperyal bir projeydi” diyen Harari, iddiasını şu bilgilerle destekliyor:
Müslümanlar Hindistan’ı fethettiklerinde yanlarında Hint tarihini, kültürünü, topraklarını, faunasını sistematik olarak inceleyecek arkeologlar, antropologlar, jeologlar ve zoologlar getirmemişlerdi ama İngilizler Hindistan’ı fethettiklerinde bunların hepsi yanlarındaydı.
Müslümanlar sadece fetihle ilgilenirken İngilizler titiz bir çalışmayla tüm Hindistan’ın haritasını çıkardılar, sınırlarını belirlediler, Everest’in ve diğer Himalaya zirvelerinin yüksekliklerini ölçtüler, nadir bulunan Hint örümcekleri hakkında bilgiler topladılar, renkli kelebekleri katalogladılar, yok olmuş Hint dillerinin kökenlerini araştırdılar ve unutulup gitmiş yıkıntılarda kazılar yaptılar.
Harari, Avrupa ile dünyanın geri kalan ülkeleri arasındaki diğer önemli bir farkın “ilerleme fikrine inanç” olduğunu ve bunun da yine “cehaleti kabullenme” şartına bağlı olduğunu söylüyor.
Avrupalılar, cehaletlerini kabullenip araştırmalara kaynak ayırırlarsa bir şeylerin iyileşebileceğine, coğrafi keşiflerin, teknolojik icatların ve örgütsel gelişmelerin toplam insan üretimini, ticaretini ve zenginliğini artıracağına inandılar.
Osmanlılar ya da Çinliler ise toplam üretimin asla arttırılamayacağını, birilerinin zenginleşmesinin ancak başkalarının fakirleşmesiyle mümkün olabileceğini, bütün meselenin, büyüklüğü hep sabit kalacak bir pastanın nasıl paylaşılacağında yattığını düşünüyorlardı.
Şimdi bu fikirlerle güncel gelişmeler arasında bir irtibat kuralım.
Batılılar, son keşifleri olan sanal âlemi bir sosyal psikoloji laboratuvarı gibi görüyorlar. Suni zekâ algoritmaları geliştirerek insanlardan toplanan big data’yı anlamlandırmaya, fertlerin ve grupların hem zihnî hem hissî yönelimlerini anlamak için yeni teknikler bulmaya, yepyeni istatistiksel metotlarla kestirimler yapmaya çalışıyorlar.
Çin, Rusya ve Türkiye gibi ülkelerse yeni keşfedilen mecralarda üretilen enformasyonu “anlamakla” neredeyse hiç ilgilenmiyorlar.
Çünkü onlar zaten her şeyi biliyorlar(!)
Sosyal medya platformlarını, sadece kalabalık trol ordularıyla domine edip üzerinden siyasi propagandalarını yürütecekleri manipülasyon araçları olarak görüyorlar.
Harari’nin, doğuyu geri bırakan zihniyet olarak işaret ettiği “cehaletini kabullenememe” hâli maalesef hâlâ devam ediyor.