Siz olsanız ne yapardınız?

Metronun yürüyen merdivenlerindeydim, önlerdeki gençlerin birinin ceplerinden bozuk paralar döküldü, şıngırdayarak basamaklara saçıldılar. Gençlerin ardındaki basamaklarda duran bir başkası eğildi, önüne doğru düşen birkaç tanesini aldı basamaktan, tabi merdiven yukarı doğru yürümeye devam ediyor bir yandan, bozuk paraların bir tanesi de bir basamağın üstünde yukarı çıkmaya devam ediyor. Bu sırada gençler de arkalarına döndü, merdiven de yukarı varmıştı. Merdivendekilerden biri, muhtemelen paraları düşüren gence, bozuk paralardan birini kastederek “Alsana onu oradan.” dedi Genç, umursamaz bir şekilde “Bana ne, başkası alır.” diyerek yürümeye devam etti. Kastı, basamaklara dökülen diğer birkaç lirayı arkasındaki birinin almış olması mıydı anlamadım ama merdivenin başına kadar çıkmış o bozukluğun, biri tarafından alınması iyi olacaktı çünkü yuvarlanmaya devam edip basamakların kenarından içeriye kaçsa mekanizmayı kilitleyip yürüyen merdiveni hizmet dışı bırakması riski vardı. (Böyle şeylere karşı o mekanizmalar korunaklıdır belki, hiç bilmiyorum. Zaten bu anlattıklarım o kadar kısa bir sürede gerçekleşiyor ki otuz saniye bile değil.) “Alsana onu oradan.” diyen kişi de benzer bir kaygı duyuyordu muhtemelen. Bu bir anlık olayı bir yazı konusu yapma ihtiyacı hissetmemin sebebine gelince: Bir bozuk paranın kazayla yere düşmesi bile, umursanmazsa büyük bir maliyete sebep olma riski taşıyor, anlattığım olayda bunu gördüm.

Daha lise sıralarındayken bir edebiyat öğretmenimiz bize “Bir çivi, bir nalı; bir nal, bir atı; bir at, bir atlıyı düşürebilir.” diye bir söz öğretmişti. Bu sözü önemsememizi öğütlemiş, ufak şeyleri ihmal etmenin iyi bir şey olmadığını anlatmıştı. Seneler sonra, metro çıkışında yaşanan olay bu sözü de hatırlattı bana.

Bu aralar, anlattığıma benzer şeyler sık sık dikkatimi çekiyor. Mesela geçen gün sosyal medyada gezerken önüme bir video düştü. Videoda Adıyaman’da bir seyyar satıcı ile röportaj yapılmış, satıcı belediye yönetimi değiştikten sonra kendisine ceza kesildiğinden dem vurmuş. Sonrasında zabıtalar satıcıyı buluyorlar, “Biz seni biliyoruz, ne zaman ceza kesildi sana?” diyorlar çünkü ceza falan kesmemişler, seyyar satıcı röportaj verirken siyasî taassupla yalan söylemiş, zabıtalar sıkıştırınca ne diyor biliyor musunuz? Namaz vakti gelmiş, namaza gitmesi gerekiyormuş, fesuphanallah!

İki olay birbiriyle ilgisiz görünüyor ilk bakışta ama biraz dikkat ederseniz ikisinde de baş rolde 'umursamazlık' olduğunu kolayca göreceksiniz. Biri bozuk parayı umursamıyor, diğeri yalan söylemeyi. Seyyar satıcının kendi siyasî görüşüne destek çıkmak için yani kendince belki iyi niyetle söylediği yalan ise dönüyor dolaşıyor ‘bak şu taassupkârın (fanatiğin) yaptığına’ halini alıyor ve tuttuğu siyasî partinin hanesine sosyal medyada eksi yazdırması bir yana işin içine namazı da karıştırdığı için dindarların hanesine de eksi yazdırıyor. O videoyu görüp de olan bitenin o satıcının cahilliğinden kaynaklandığını fark edenlerin sayısı da hiç az değildir ama videoya yapılan yorumları biraz incelerseniz cahil satıcının yaptıklarından doğan maliyetleri somut olarak okuyorsunuz. Hâlbuki o satıcı, namaz vaktini umursadığı kadar yalan söylemenin günah olduğunu da umursasaydı ne iyi olurdu.

Hasılı kelam, hayatta hiçbir şey sanıldığı kadar ufak değil. Sırf kötü şeylerle de ilgili değil bu ilke, güzel şeyler için de geçerli ve gerçekten hiçbir güzel şey de ufak değil, bu bir tebessüm kadar olsa bile. Belki sabahki bir tebessüm, bütün bir güne olumlu tesir edecek ama tabi aynı binada oturup da aynı asansörü kullandığınız kişilerle bile selamlaşmayan biri olmayı kendiniz tercih ediyorsanız, “Ben ne yapıyorum ya?” diye düşünmesi gereken de sizsiniz.

YORUMLAR (11)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
11 Yorum