Sandalye ve ceket ya da…Kalk gidelim…

Koltuk, sandalye, iskemle, tabure, oturak bunların her biri farklı bir işlev görüp anlam değeri taşısa bile insanla yan yana geldiklerinde değişik çehrelere bürünür. Çocukluğumda, bir akşam vakti lüks lambasının aydınlattığı bir kahvehanenin tam ortasına konulmuş sandalyeye çıkmış kelli felli bir politikacı görmüştüm. Hatta ilk gördüğüm siyasetçi oydu. Heybetli paltosuyla birleşen gürbüz bir çehresi vardı. Sanki o sandalye olmasa hitap ettiği insanlarla aynı hizaya inecek böylece aday olduğu şeyden de düşecekti. Sandalye onun iktidar isteğinin sembolüydü. Cilalı ve yeni ayakkabılarıyla bastığı sandalye o gittikten sonra halktan birinin oturağı olup sıradanlaşacaktı. Nesne ile simge arasındaki gelgit böylece dalgalanıp duracaktı. Sandalye bizde yan oturulduğunda başka ters oturulduğunda başka anlama bürünür. Zeki Ökten, Düttürü Dünya filminde sandalye güreşi sahnesiyle onu bambaşka bir boyuta taşır. Geleneksel halk oyunlarında izlerine rastlanabilir belki bu sahnenin. Önemli olan yaşantının nesneye düşen rengidir.

Sandalye bir icattır tıpkı tabure ve koltuk gibi. İtalyanca’dan dilimize geçip zamanla yerlileşmiştir. Doğunun oturmaya, bağdaş kurmaya, diz çökmeye dayalı geleneği ile kiliseden mülhem koltuk ve sandalyenin karşılığı bir sayılmaz elbette. Konut, yeme içme ve günlük hayat pratiğindeki değişme sandalyeyi taçlandırır bizde. Masada yemek yeme süreci nice ayrıcalıklarla yüklüdür. Demir ve sonrasında çıkan plastik sandalyelerden önce ahşabın yakınlığı herkesi kaplardı. Demir ve plastik insanı ahşabın samimiyetinden koparmakla kalmadı araya tuhaf bir aralık açtı. Yine de semtine, yerine ve duruma göre sandalye, tabure, koltuk, iskemle, oturak, varlığını sürdürüyor. Her birinin sembolik değeri çağrışım gücü de var. Koltuk bazen sandalye, tabure bazen iskemle sayılsa da içlerinde cekete en yakın duran koltuk ve sandalye olsa gerek yine de.

Cenevre’deki İnsan Hakları Mahkemesi’nin önünde büyükçe, temsili bir sandalye heykeli var. Sandalyeye oturmak ( sanık sandalyesi) her ne kadar yargıyı, yargılanmayı karşılasa da sonuçta bir temize çıkma ve aklanma fikrine de çıkar. Sandalyede ceketiyle oturan savunma hakkını kullanır. Sanki ceket mahkemeye ciddiyet kazandırır. Sandalyedekine sadece adaleti sağlama iddiası taşıyan kürsüdekiler soru sorabilir. Böylece sandalye ve kürsü arasında hiyerarşi de kurulur. Cenevredeki sandalyenin de duyurmak istediği adalet duygusu olmalı daha çok. Politikada sandalye, seçmenlerin adına temsilen orada, mecliste veya senatoda oturan kişiyi karşıladığı için sayısı kadar kritik değerde sayılır. Sandalye sayısı tek başına iyi idareci olmayı, adaletle yönetmeyi, temsil ettiği topluluğun hak ve hukukunu her hal ve şartta korunduğu anlamına gelmez lakin yeterli sandalye sayısı olmadan erk de oluşmaz. Sandalyenin sembolü bir nazik refleksle koltuğun iktidarına dönüşür şüphesiz. Koltuk, sandalye, iskemle, tabure, oturak sıralamasında bir hiyerarşi hatta sosyolojik hat bile vardır ama her birine hüküm katan biraz da ceketle kurdukları irtibattır. Ceketsiz koltuk boşluktadır. Resmi değildir. Devlet parlamaz ceketsiz ve koltuksuz.

Ceket, koltuğa veya sandalyeye koyulan kişiye ciddiyet yanında meşruiyet de katar. Takım elbise ve kravat oturulan koltuğun temsil gücüne göre bulunduğu vücuda ışık verir. İktidar tutkunları cekete bir kale hüviyeti yüklerler bu yüzden. Toplumdaki ‘ceketini satmak’ deyimi son çare olmanın yanında iktidarından vazgeçmeyi de imler. O yüzden ceketini çıkarmak bürokraside hoş görülmez. Özel sektör, verim adına kısmi üniforma tasarruflarına toleranslı davranır gözükür. Devlet dairelerinde çalışanların ceketlerine bakarak sandalye ve koltuklarını tahmin etmek aşağı yukarı mümkündür. Koltuğun derecesi ceketin kumaş ve kesimine yansır.

Tabure, iskemle, oturak nisbeten halk içi birer nesne sayılırlar. İnsan insana yakınlığın, kültürel ve sosyal önceliklerin yanında yöresel hayat pratiklerinin karşılığıdırlar. Gösterişli bir ceketle tabure veya iskemlede oturmak her yiğidin harcı değildir. Böyle bir şeye yeltenen kişi iskemle veya tabure değiştirdiğinde ceket ve koltuğun buyruğuna da sırt çevirir. Altından çektiği iskemleyi başka bir köşeye çekilmek etrafta oluşan şamataya karşı tavır almaktır. Gücün, her türlü ekonomik, siyasal veya kültürel gücün ceket ve koltuk işgalcilerinin eline geçtiği dönemlerde, bir koltuk ve sandalye kavgası alır gider. Şişmiş göbekler, semirmiş bedenler ceketlere sığamaz olur. Ceketin zarafeti konduğu bedende dalda duran bir serçe gibi hafiflemesindedir. Deri koltuklara gömülüp de önlerini ilikleme refleksi egzersizi yapanlar altlarındaki nesne kayınca boşluğa düşeceklerini bilirler.

Neşet Ertaş, katıldığı bir konser programında seyircilere ‘saygısızlık olmazsa ceketimi çıkartabilir miyim?’ diye sormuştu. Sonuçta bir sandalyede oturuyordu. Daha eski bir zamanda yaşasaydı babası gibi minder üzerinde saz çalacaktı. Sandalye onun için güç veya aidiyeti değil teknik bir zorunluluğu karşılıyordu. Ceket ise, onun dışında, toplumsal kontrolün bir göz ipiyle örülmüş bir kontrol ağı gibiydi. Aslan üstüne serpilen ağdan kurtulmak istemişti. Sandalye ise onun sanatı karşısında silinip gidiyordu. Tıpkı böyle, koltuğun, sandalye veya iskemlenin insanın önüne geçtiği ceketin Nasrettin Hoca’nın kürkü vasfına büründüğü zamanlarda, iskemleden ve ceketten çıkıp gitmek erdem değil mi? Koltuk sadece bir dönemin değil nicedir devirlerin insan kapanı olarak işlev görmüyor mu?

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum