Mizahsız dünya…
Türkçe salınımlı bir dildir ve bu sebepten her tür anlam kaymasına rahatlıkla uğrayabilir. Dildeki yapı değişiklikleri kadar anlam yükleri de kendiliğinden oluşmaz. Hele Türkçe gibi sadece coğrafya değil, din, kültür, insan ve hayat ‘boylayan’ bir dil söz konusu olduğunda asıl anlamı merkezde tutarak yakın ve uzak manalara gidip gelmek daha bir ilginç karaktere bürünür. Başta Arapça ve Farsça gibi etkin ve yaratıcı diller arasında kendi ‘siyaseti’ni yürütebilmesi çarpıcıdır Türkçenin. Ben hiçbir zaman eski şiirimizin bu iki dilin basıncı altında kaldığı ve oradan çıkan şiirin özgün olmadığı görüşüne itibar etmedim. Aksine, Türkçe’nin bugün Arapça ve Farsça’ya nazaran modern bir edebiyat yaratabilmesindeki esprinin anlaşılması gerektiğine inandım. Alttan girip üstten çıkabilme marifetidir söz konusu olan. Bu iki dil de onca zenginliklerine rağmen fazla mağrur gelir bana. Sanki başka bir yerde, başka bir kurum tarafından çatılmış da sonra hayata bırakılmış gibi. Oysa Türkçe kelimenin tam manasıyla hayat dilidir ve bütün tecrübesi tarihseldir. Bu bağlamda ondaki mizah kapasitesi ile yaşadığı hayat arasında mutlak bağ bulunur.
Biliyoruz ki Moğol yıkımı olmasaydı Yunus Emre berraklığı veya Nasreddin Hoca rövanşı gerçekleşmezdi. Onca toz duman, yıkım ve umutsuzluk içinde Türkçe ‘süt dişleriyle’ lirik bir berraklık kazandı Yunus Emre marifetiyle. Nasreddin Hoca ise, onca muğlak kişiliğine rağmen Türkçe konuşan halkın hayatın zalimliği karşına olanca aklıyla çıkmasıydı. Direnç bir karşı saldırıydı onunla. Eğer, Hoca fıkralarındaki dil salınımına, anlamın yapbozlar halinde ileri geri gidişine bakmazsak bir şey anlayamayız. Sadece bu kadar değil, Halk Edebiyatı’nda gördüğümüz Orta Oyunu, Seyirlik Köy Oyunları, Koçaklamalar, Taşlamalar hatta maniler, nutkiyeler bile dolaylı birer mizah göstergesidir. Hayat arzusunun yüksek olduğu dönemlerde her tür baskıya rağmen mizah dilin umudu olarak yeşerir.
Uzun sürmüş 2. Abdülhamit faşizmi bile engel olamaz dilimizin mizah karakterine. Bekri Mustafalar, Neyzen Tevfikler, şair Eşrefler bir yana sadece çıkarılan mizah dergilerine bile bakmak yeterlidir. Mizah, zekanın bir zekatı sayıldığı için olacak olup bitene duyulan yaşama şevki aynası diye de okunmalıdır. Kaldı ki sonradan Kirpinin Dedikleri, Ago Paşanın Hatıratı gibi eserleri ve pek çok yazısıyla Refik Halid, Türkçe’nin bu zarif geleneğini ayakta tutmuştur. Aziz Nesin gibi yazarlar eliyle hayatın daha da derununa sokulan mizah bir süredir aramızdan çekildi. Mizah denildiğinde kimsenin yüzünde tatlı bir refleksle gülümseme, aklı harekete geçiren hinlik, dur bakalım bir de şuradan bakalım üslubu değil, kanun maddeleri, mahkemeler, iri laflar, ahlak kaideleri, nutuklar, aba altından sopa göstermeler alıp başını gidiyor. Kazara birisi kalkıp ‘Harname’ yazacak olsa karnına neyin basılacağı belli değil. Oysa mizah bir toplumun hayatiyet derecesi değil mi? Mizahın olmadığı yerde her tür şiddet devreye girmez mi? Mizahın sopalanması kendi bacağımızı kırmak değil mi?
Oysa mizahın ne türden gerekli bir maden, su, gıda, imkan, faktör olduğunu anlamak için bir kez olsun Ahmet Haşim’in yazılarını okumak yeterlidir. Bu sadece gözleriyle değil, kaşları, burnu, yaralı yüzü fakat asıl beyin kıvrımlarına gizlenmiş pusu duygusuyla gören adam dilin mucizelerini göstermiştir. Evet edebiyatta, sirk en çok mizahta açığa çıkar. Şiir, roman, öykü hatta tiyatronun kuramadığı sirki mizah kurar. Orada ateş çemberleri, yıldız kuyrukları, boks yapan atlar, tahtında saksağan edasıyla oturan krallar her ama her şey mümkündür. 1960 sonrası siyasal hayat, Demirel, Ecevit, Özal dönemleri görsel açıdan da mizahın şahlandığı dönemlerdir. Onca siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantıya rağmen hatta yer yer kişilik haklarının insafsızca çiğnenmesine rağmen mizah, toplumun hak kullanımı olarak yaşamıştır. Televizyonlara da yansıyan bu hak o mecralardan da sökülmüş durumda. Levent Kırca skeçleri bugünü bile izah eden klasikler arasına girdi.
Eğer mizahı, tarihten geçip gitmekte olan bir toplumun dil zekasıyla ona müdahalesi değil de falan gücün, falan şahsın veya falan iddianın varlığına yönelmiş bir tehdit olarak algılarsak ve bu algı paralelinde görünen görünmeyen mahkemeleri devreye sokarsak hayat değil ölüm sevdiğimizi de ikrar etmiş oluruz. Mizahı dert etmemek biraz da kendimizle ilgilenmemek gibi görünüyor bana.
Mizah gösterir. Mizahsızlık kapatıp karartır. Aklı da, hayatı da…Şevksiz ve zevksiz bir alem yaratır. Dil susarsa toplum silinip gider.