Herkese ait mekanlar yalnız şahsa özgü nazarlar…

Mekan denilince daha çok yapılar anlaşılır. Ev bir mekandır, kulübe, lokanta, çadır da öyle. Oysa mekan ile alan hatta uzay arasında zincirleme bağlar bulunur. Bazı mekanların mülkiyeti, şahıslar ve kurumlar tarafından elde tutulabilir fakat çoklu kullanımlı mekanlar mülkiyetten beri kalmak durumundadır. Hatta çağımızda araçların pek çoğunun mekan özelliği taşıdığı düşünüldüğünde mekan kavramını iyiden tartmak gerekir. Şahıslar kendi araçlarının üzerinde gözü ve fikri yormayacak derecede tasarrufta bulunabilirler. Ne var ki kamusal araçların kullanımında müşterek faydayla beraber insanın da gözetilmesi beklenir. Hemen pek çok alanda gördüğümüz gibi kamusal mekanlar, araçlar, alanlar doğrudan veya kiralama yoluyla insanı gözetmekten uzaklaştırılıp fayda parantezine alınmaktadır gittikçe. Kapılar, pencereler, duvarlar, dış yüzeyler, çerçeveler hasılı insan gözünün değdiği veya değebileceği her nokta acımasızca işgal edilmekte adı tatlı bir şekilde reklam diye formüle edilen faydacılık hükmünü tek yönden dayatmaktadır.

Mekanlar kadar araçların da gözü kulağı vardır oysa. İnsan mekana dahil olduğunda mekan kişiselleşir. Günümüzdeki araçlar mobil mekan vazifesi görür çoklukla. Kapılar en çok da pencereler göz işlevi edinir. İnsan bindiği otobüsün penceresinden engelsiz dışarıyı görmek ister. Uçak, tren, tramvay, taksi, vapur fark etmez parasını verip bindiğimiz her araç kamusal alan sayılır. Kamu hizmeti alırken araç sahibi ile reklamveren arasında bizim bilgimiz veya onayımız dışında gözümüzün önüne gerilen her perde insanlığa aykırıdır. Söz gelimi bir büyük şehirde yaşıyorsunuz ve işe gidip gelirken tramvaya biniyorsunuz. Oturduğunuz veya ayakta gittiğiniz yerden çevreyi seyretmek istiyorsunuz. O da ne? Dışarıdan bakıldığında albenili renk ve görsellerle size göz kırpan reklam içerden kara noktalar halinde beyninize hücum ediyor, dışarıyla irtibatınızı zorlaştırıyor, gözünüzün tabiatını bozmakla kalmayıp size bir içeride kalmışlık duygusu dayatıyor. Yer değiştirmek istiyorsunuz orada da benzer manzara var. Dışarıda ışık, şekiller, renkler, hayat gidip geliyor ama siz ondan koparılıyorsunuz.

İçeridekini tek dışarıdakileri çok kişi saymanın hesabıyla, içeridekini yok sayarken dışarıdakini tavlamaya çalışan bu mantık, mekan hürriyetine aykırıdır. Zindan da bile sonunda bir mini pencere açılır. Şehir mekanları ise bizim zindanlarımız değil ortak maddi ve manevi katkılarımızın sonucu olmalıdır. Ne oturduğumuz parkta, ne araç beklediğimiz durakta, ne baktığımız duvarda ne de herhangi bir cihette normal koşullarda gözümüzü yoran, aklımızı gereksiz ve dengesiz şekilde çelen yazılı ve görsel izler bulunmamalıdır. Tabiatta insan dışında hiçbir durumda kendi faydasını güdüleyen varlık bulunmaz. Etrafımızda her vesileyle bize çarpıp duran ışıklar, görseller ve şekiller ise bir kar ve mülkiyet iştahına dayanır. Mülkiyeti aradan çekseniz birden bu şekillerin yok olduğuna şahitlik edersiniz.

Fertlerin tek başına duyularını kuşatan bu durum karşısında direnme güçleri yoktur. Yöneticiler, şehirleri, mekanları ve asıl hayatı kurgulayanlar, neyin nerede nasıl ve neden duracağı konusunda fikir sahibi olmalıdırlar. Söz gelimi İstanbul’da hemen her köşeden saldıran irili ufaklı tabelalar bir bilgi ve iletişim vasfının ötesinde vergi ve vergilendirme konusudur. Şehri yönetenler oradan gelen tabela veya ilan vergisinden beri duramadığı için pervasızca mekanın talanına göz yumarlar. Her bir tabela parçası birleşe büyüye şehrin yüzüne çekilmiş yamalı ve pis bir örtüye benzer. İnsan gözetilmeden şehir sevilemez. Mekan

duygusu kültürel derinlik kazanmadan hayatın estetik bileşeni olamaz. Estetik olmadan hayat kalitesi yükselmez.

Bilgi verme iletişim kurma yanında dengeli ve kurallı reklam amacıyla elbette mekanlar, alanlar ve uzaylar değerlendirilebilir. Londra’da şehre ilişkin hemen her yazı kullanımında LONDON karakteri vardır ve bu yaşayanların kendilerine ve dolayısıyla mekanlarına verdikleri değeri gösterir. Her önüne gelenin afişten panoya, teneke tabeladan ses ve ışık efektleriyle bezenmiş arabesk halkalarıyla mekanları kuşatması, devlet, belediye ve özel şirketlerin her fırsatta reklam saçaklarıyla otobüsü, tramvayı yetmedi etrafı sıvaması bir uygarlık sorunudur. Bir tramvay penceresinin bir bahçeden, bir bina duvarının bir mutfaktan, bir okul kapısının ev kapısından, bir şehrin bir ülkeden kopuk ve ayrı olmadığını akılda tutabildiğimizde ve adeta çöp biriktirir gibi her vesileyle mekanları çöpe boğmadığımızda yeryüzünden bir kere gelip geçme şuuruna sahip medeni varlıklar olduğumuzun da farkında oluruz. Ne zaman bindiğim otobüsün yan camında şehirle irtibatımı kesen bir görsel çapakla karşılaşsam kendimi hapishaneye düşmüşçesine bunalırken görüyorum. Ya da evime giderken sağdan soldan üzerime fışkıran ışık ve ses baskısına maruz kalsam asit yağmuruna tutulmuş gibi tedirgin oluyorum.

Bir insan olarak başka bir insana baktığımızda, karşımızda oturan kişiye bir cümle kurup soru sorduğumuzda nasıl sorumluluk içindeysek ortak mekanları kullanırken de başkalarının hak ve hukukunun içinden geçeriz. Dünya kimsenin malı olmadığı gibi ortak mekanlardan geçerken hakkımız olan şahsi nazar özgürlüğü de insan olmamızla yakından ilişkilidir. Baktığımız eşya da bile eşyanın bize hakkı oluşur. Her şeyi piyasanın belirlediği dünya sonunda mekanı da ‘kapatır’. Octavio Paz’ın dediği gibi ‘piyasa kitleseldir,kişi-dışıdır.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum