Dut inadı...
Son birkaç haftadır bahar İstanbul’da iyiden çadırını kurup tuğlarını dikti. At kestaneleri Haldun Taner’in deyimiyle çoktan ‘fenerlendiler’. Ne hikmetse erguvan ve sakuraların forsu çabuk söndü. Vakit akasyaların günüdür. Geçen bir dostum ‘akasyaların yenildiği söyleniyor’ dedi hayretle. Sadece koklanmaz ki bu ağaç salkımları, hafiften yenilir, dileyen reçelini bile yapar, dedim, şaşırdı. Az çapkın değildirler hani, uzaktan belli belirsiz kokularıyla salınırken baş döndürürler tıpkı iğdeler gibi. Gerçi katırtırnaklarının rüzgarla işlediği vukuat karşısında masum kalır bizimkiler. Mor çiçeklerine rastlansa bile hünerlerini sabun beyazı tırnaklı salkımlarıyla sergilerler. İşte bunca rekabet arasında dutlar büyük bir özgüvenle uyandılar. Moda, Doktor Şakir Paşa sokaktaki, bir bostan korkuluğuna dayanmışçasına kimseye görünmeden yaşayıp giden ilkbahar karadutu iri parmaklarını alacasıyla zamana uzatmaya başladı bile. Dün o ağız doldurduğu kadar dimağ uyandıran meyveleriyle buluştuk. Kafamı yukarı kaldırıp da gözümü sağa sola kaydırdığımda işte bu varlığın o huyunu dehşetle fark ediverdim.
‘İnatla meyveye durma’ diye mırıldandım. Samanyolundaki yıldız kümeleri gibi saymakla bitmeyecek bir şehrayindi bu. Daha tüylü yeşilinden boncuklu kırmızısına, iri alacadan koyu bal siyahına kadar binlerce, on binlerce sayılamayacak meyve. Şunca fidandan. Öyle ya, dedim. Sadece bu değil ki! Yol ve sahil boyunca rastladıklarıma sırf bu gözle baktım. Tür tür, renk renk, tat tat, koku koku her bir dut cinsi. Her birinde ‘inatla meyveye durma’ huyu. Gün gelecek olgunlaşıp irileşecekler, çoğu toplanmayıp dibine dökülecek. Bilemedin temmuz başına kadar İstanbul onların olacak. İyi de her varlıkta, her ağaçta olduğu gibi bir dut ağacı da bize bir şey söylemez mi bu huyuyla?
Beni asıl heyecanlandıran, adımlarımı hızlandırıp da bir köşe bulduktan sonra uzun uzun düşündüren de bu oldu. Şehrin talanına, sokağın yıkımına, martı sesi ve kakası terörüne, insan vefasızlığına, bencilliğe ve hamasete, açgözlülüğe ve hatta gürültüye ve daha nice nice sayılamayacak can sıkıcı çelişkiye aldırmadan kendi tabiatının çizgisinde kalan ve hiç kimse alıp satmasa da, hiç kimse başını kaldırıp bakmasa da inatla meyveye duran dut ağacı insanı da kendi huyuna çağırmaz mı? Beyazı ayrı, moru, siyahı başka, irili ufaklı meyveleriyle insana da ‘sana da her şartta meyveye durmak, iyiliği çoğaltıp hayatın tadı olmakta inat etmek yaraşır’ demiş olmaz mı?
Çocukluğumda meyvelerine kavuşmak için en uç dallarına kadar uzandığım, koltuklu gövdelerinde serçe seslerini duya duya hayale daldığım, salıncak kurup dünyadan çıktığım bu ağaçlara hafızamın her anında hürmet doluyum. Onların Elazığ’da başka, Konya’da ayrı, Edirne’de benzersiz, Muğla’da esenlikli, Nevşehir’de şenlikli hallerini bilip de yaşadığımdan olacak Dr. Şakir Paşa Sokaktaki naz ağacında hepsini bulmuş gibi oldum. Ayrıca onun her kuşla kurduğu barışcıl birliktelikte şiire göz kırpan işaretler gördüm.
Hafızam bana bir oyun oynamıyorsa, yıllar önce, Buhara’da ziyaret ettiğim Şah Nakşibendi türbesinin önünde gövdesi bilgelik derecesinde iki bükülmüş, yaprakları dolgun ve geniş, iri kar beyazı meyveleri kuş sesleriyle tane tane yıkanmış bir dut ağacı görüp gövdesine yaslanmıştım. Sonrasında ürperti ile doğrulup ayağa kalkmam ve bu bilgeliğe saygı duymam bir olmuştu. Çünkü dut ağacı çocukluğumda gövdesine tırmandığım ağaçtan gelen kokuyu yayıyordu. O zaman onların birer gezgin olduklarını ve dünyanın her yerinde insana umut ve neşe saçtığı kadar düşünce ve idrak fısıldadıklarını, bunu da karşılık beklemeden meyveye durarak yaptıklarını anlamıştım. Öyledir. Dut ağacı bakımı sevmez. Budağa, ilaca, ihtiyaç duymaz. Serazat ve özgür ruhludur. Meyvesindeki şiiriyet de bundan gelir.