Alın çatındaki terleme
Alın varlıklar arasında insana karakter veren beden bölgelerinden biridir. Kimi maymun türlerinde ve memelilerdeki alın, insanınki kadar karakteristik değildir, daha çok işlevsel bir bölgedir. Anadan doğduğunda çarşaf misali bir deniz kadar pürüzsüz olan insan alnı, zamanla hayatın el falına dönüşür. Genişler, kırışır, yüzün ‘alın taşına’ dönüşür. İşte O ( ) da bu sabah daha uyanır uyanmaz geceden uykusunda bir cevherini kaybetmişçesine şaşkın, belirsizlikten tedirgin bir süre ne olduğunu anlamaya çalışmıştı. Bir ayna arama duygusu içinde bir anlığına tereddüt etmiş sonra da bundan vaz geçmişti. El böyle hallerde bir dokunma aynası vasfı kazanıyordu. İmdadına eli yetişti. Fakat bir anlığına. Kendisi ile o ( ) arasında derin bir alın çizgisi oluştu. O ( ) mu kendisiydi, yoksa?
Kâbusla tatlı rüyaların iç içe geçtiği bir gecenin sabahında bir kez daha aynayla yüzleşmek istemiyordu. İyi ki ayna yoktu elinin altında. Yüzünü kaybeden adamları, kaşları dökülmüş kadınları, suçiçeği gibi kızarmış yanakları biliyordu ancak bu başkaydı. Alın, işte o, dibi çıkmış bir çömlek gibi olmaktı alınsızlık. Hem zaten durup dururken neden karşısına dikiliyordu böylesi şeyler. Anlam veremedi. Kendisini unutuşun hoş kokulu samanlığına bıraktı. İğnesini yitiren gelip orada arasındı. Ona şimdi bir şey iki anda, bir olanın çift nazarıyla bakar gibi bakıyordu.
Şişmiş damarların üstünden süzülen ter damlaları, yüzüne yandan vuran keskin ışığın etkisiyle daha bir canlı gözüküyordu sanki . Nerede ve nasıl görmüştü onu ( ) ? Rüya gerçeğin serabı mıydı? Ansızın karşısına çıkıveren ve tam da uzun zamandır unuttuğu bir şeyler varmışçasına ona hatırlatıveren bu adam kimdi? Kendisi miydi? Bakışından, düşlerinden habersiz, kendi halinde, kaslarında toplanmış yorgunlukla sadece varacağı yeri hesaplayan o adamla (kendisi mi) aralarında nasıl bir bağlantı vardı? Yoksa onu ( ) hiç mi görmedi, gördüğü bir yanılsama, zihninin kurduğu bir aldanış mıydı? Hayır hayır, güneşin altında parlayan o şakak gerçekti ve bütün gürlüğüyle kan orada atıyordu. Biraz yaklaşıp o şakağa dokunsa evrende patlamaya hazır binlerce kan kuyusu görecekti. Ya da tam o şakağın şişmiş yerine bir hassas dinleme aleti yerleştirse, sonra o kanın dönüp dolaştığı kalbi dinleyebilse ve bütün gücüyle şehre dinletebilse o akışı, ne vardı? Bakın deseydi, burada terleyen bir şakak var ve ter bir ağır misket gibi damlıyor. Alın, upuzun şeffaf bir mermer oluyor! Rüya ile gerçek ısınmış bir mermer teli gibi birbirini kesiyor.
Yokuşu tırmanıyordu. Hangi şehirdi? Sadece kendisiyle meşguldü o. Kendisiyle meşgul bir zihin sağa sola bakmaz. Bir iç mırıltı gibi beden biraz da nereye yöneleceğini bilmeden sokakta kaybolur. Şekilleri, sesleri ve ışığı kaybeder beden. Yere basan ayaklar değil de sanki başka bir varlığın gelip vücudumuza eklenmiş halidir. O soluk alıp verir bizim yerimize. Yorgun bir mağara hayvanı. Daha ışık nedir bilmeyen. İşte böyle anlarda bir ilk müzik bir çiğ ışık gelip çarpar. Duvar yıkılır, dal çıt eder kırılır. Uzaklarda kalın bir buz tabakası çatırdar ve ağırca dibe sessiz iz salar. Böyle mi oldu, tam olarak böyle mi gerçekleşti emin değil. Binbir ses, binbir ışık, binbir karmaşa altında. Bir başkasının alnındaki ter düşte de olsa boğucu su gibi kabarır, şişer. Her şeyi içine çeker. Ya bizimse o alın kimin ayağı kayıp boylu boyunca düşer? Kimin alın teri bir deniz olup taşar?
İşte şimdi bu adam, birdenbire karşısına çıkıveren bu adam (kendisi mi hala) hem ölümsüz, hem de yitip giden, ölü bir koku, bir hareket hatta bir giz. Neredeyse biraz daha kendini zorlasa onu ( ) bitmiş bir çağın son örneklerinden sayacak. Hem öyle değil mi ya, modern çağla klasik çağ arasındaki esas ayrışma alın terinde düğümlenmiyor mu? Modern zamanın alın teri kavramı karşısında sonsuza kadar eğilen, bütün gerekçeleri hiçleştiren algısıyla alın teri denildiği zaman boş ve tanımlanmamış bir şeyden bahseder gibi yüzümüze bakan bugünün insanı, bizler değil miyiz? Kaçalım, kaçalım değil mi terinden insanın?
Şimdi daha bir merakla ve ona hissettirmeden yürüyor peşinden. ( kaç kişi kendi peşinden yürüdü?) Bu alın terlemese, bu şakak şişip genişlemese, bedeni dünyaya meydan okurken bitip tükenmese kendi varlığı da anlamsızlaşacak, kalabalığın içinde çaresiz güneşe tutulmuş buz gibi eriyip gidecek. Biraz daha yaklaşsa, yükünün bir yanından tutsa neye yarar? Nasıl çekiyor o koca yükü? Yarın tekrar, ertesi gün yine tekrar hazırlanmış sembolik paketler, çuvallar, balyalar onu bekleyecek. O bedenini hayatta tutabilmek için onu yıpratma pahasına aynı şeyleri tekrarlayacak. Taşın taşa çarpmasından görmediğimiz kıvılcımlar çıkacak.
Şu parlayan şakağa karşı tam da bir çerçeve kuruyor kendine göre. Hayatla bağını böylesine sıcak ve birebir yaşayan bir varlık karşısında hem saygı duyuyor hem de hak etme ve dünyaya ait olma nedir onu düşünüyor. Yazıklanmıyor ona. Acımıyor. Hesaba çekiyor hatta kendini. Sende bu bilmediğin adamın ( veya kendinin) iradesi ne kadar var diye soruyor. Herkesin birbirinin emeğini çaldığı modern dünyada bu tek kişilik orkestrayı duymaya çalışıyor. Ve şakak, alnından terler damlayarak önünden süzülüp gidiyor. Rüyayı hatırlıyor sonra, geceyi yaşıyor. Ayna arıyor tekrar. Sonra elini kaldırıp vazgeçiyor.