Galiba önümüzdeki maçlara bakamayacağız
Bu hafta futbola dair yazayım, dedim. Çünkü nasıl olsa bizim memlekette din, siyaset ve futbol hakkında konuşmak/yazmak hiçbir ehliyet/liyakat şartı gerektirmiyor, hatta zamanın ruhu uyarınca ehliyet ve liyakat gibi şartlar lüzumsuz bile sayılıyor diye düşündüm. Malum, UEFA EURO futbol şampiyonasında oynadığımız ilk iki maçı kaybettik ve attığımız sıfır gole karşılık beş gol yedik. Böylece önümüzdeki maçlara bakma şansımızı hemen tamamıyla yitirdik. Bu turnuvaya katılışımız, köre atıp topala vurmak gibi bir süreçte şans faktörüne bağlı olarak gerçekleştiğinden, ilk iki maçta aldığımız sonucu kötü sürpriz saymamak gerek. Ayrıca, hamurumuzda futbol mayası taşımadığımız ve futbolla ilgili liyakat şartlarına riayetten nasipsiz olduğumuz gerçeğini de teslim etmek gerek…
Avrupa ve Latin Amerika’daki birçok ülkenin futbol kültüründe kendine özgü bir tarz ve sistem vardır. Fakat bizim futbol tarzımız, şaka gibi pozisyonlarla hafızalarımıza kazınan bir “tarzsızlık”tır. Bunun açılımı ise altı pastan gol vuruşu yapmak isterken topu taca atmayı başarmak ama aynı zamanda korner çizgisinden ceza sahasına muz orta keseyim derken kazara gol yapmak veyahut Beşiktaşlı Recep gibi topu uzaklaştırayım derken kendi kalesine muhteşem röveşata gölü atmaktır. Bu turnuvada da değişmeyen makûs talihimiz sistem temelli tarzdan yoksunlukla alakalıdır. Hâl böyleyken, nadirattan katıldığımız her turnuvaya “sürpriz takım” havasında başlarız; hemen ardından ağzımızın payını alınca işimiz kritik maça kalır ve böylece “kilit takım” oluruz. Bu maçtan da mağlup ayrılınca, formalite maçında acaba kime yenilsek de onu üst tura çıkarsak geyiğiyle “anahtar takım” oluruz; ama hiçbir zaman kendimiz olamayız.
Düzen, disiplin ve sistem olmadıkça, kendimiz olma seviyesine terfi etmek mümkün değildir. Futbolda sistem, her ne kadar göze pek hoş gelmese ve seyir zevki vermese de tıpkı Alman Milli Takımı veya Bayern Münih gibi tıkır tıkır işleyen bir futbol makinesine karşılık gelir. 1974 Dünya Kupası’nı kazanan Alman Milli Takımı’nı hayal meyal hatırlarım ve o tarihlerde Franz Beckenbauer, Gerd Müller, Paul Breitner gibi isimleri sık duyardım. İşte o zamandan beri Alman futboluna derin merak saldım. Kâh “Zico”lu, “Sokrates”li Brezilya, kâh “Passarella”lı, “Maradona”lı Arjantin gibi nice fantastik milli takımlar geldi geçti ama benim “tatsız tuzsuz” denilen Alman futboluna merakımda hiç azalma olmadı. Çünkü Brezilya, Arjantin, Hollanda gibi pek çok namlı mili takım bir turnuvada şampiyonluğa oynayıp bir diğer turnuvanın grup maçlarında elenmesine karşın Alman Milli Takımı hemen her turnuvada ya şampiyon ya finalist olur veya en azından yarı final oynardı. Üstelik bu takım 1980’lerden 2020’lere kadar adeta futbol yıldızı üretme fabrikası gibi Lothar Matthäus, Bernd Schuster, Pierre Littbarski, Karl-Heinz Rummenigge, Jürgen Klinsman ve daha birçok yıldızı dünya futboluna kazandırdı. Buradaki en temel faktör, İngiliz futbolcu Gary Lineker’in “Futbol 22 kişinin 90 dakika boyunca topu kovaladığı ve fakat sonunda her zaman Almanların kazandığı bir oyundur” serzenişine de sebep olan sistem ve disiplindir. Bu sistem ve disiplin sanki Kant’ın deontolojik ödev ahlakıyla şekillenmiş gibidir. Gerçi bu turnuvada Alman takımı adeta “oynamasak olmaz mı?” der gibi, sanki metal yorgunluğuyla malul gibi; fakat yine de gerek turnuva takımı olmasından gerekse sistem ve disipliniyle köklü bir geleneğe dayanmasından ötürü turnuvanın çeyrek veya yarı final evresinde karşımıza çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Gel gelelim Türk futboluna, ne yazık ki bizim futbol kültüründe hiçbir zaman Franz Beckenbauer gibi bir libero veya Lothar Matthäus gibi disiplin ve istikrar abidesi bir orta saha oyuncusu yetişmedi. Hele de son yıllarda Matthäus seviyesinde bir futbolcudan geçtik, Oğuz Çetin gibi yüksek futbol zekâsı ve tekniğine sahip bir oyuncunun yetiştiğine dahi tanıklık etmedik. Aslında her işimiz futbol gibi… Zira kaç yüzyıldan bu yana dünya çapında ne bir sanatçı, ne bir felsefeci, ne bir bilim adamı ve akademisyen yetiştirebildik. Bu noktada Aziz Sancar, Özlem Türeci, Uğur Şahin gibi isimler akla gelebilir; fakat bu isimlerin elde ettiği bilimsel başarıların bizim eğitim/öğretim müesseselerimiz sayesinde gerçekleşmediğini unutmamak gerekir. Siz Milli Eğitim’i her siyasi iktidar değişikliğinde ilk kurcalanan ve hatta aynı iktidar döneminde “yapboz” gibi oynanan bir kurum hâline getirir, çocukları da kendi ideolojinize hizmet edecek potansiyel nefer kitlesi olarak görürseniz, hem bilimde hem felsefede, hem de spor ve sanatta küresel ölçekli büyük başarılar elde edeceğinizden emin olabilirsiniz(!) Sözün özü, “Diriliş Ertuğrul”, “Kuruluş Osman”, “Payitaht Abdülhamid” gibi dizilerle gaz yemeye dünden teşne bir toplumun “Vatan Millet Adapazarı” gazına gaz katarak hiçbir başarı elde edilmeyeceğini elbet bir gün öğreneceksiniz; ama bunu öğrendiğiniz gün, tıpkı bugünkü UEFA EURO futbol şampiyonasında oynadığı iki maçta beş gol yiyip sıfır gol atan milli takımın düştüğü dramatik durum gibi, önünüzdeki maçlara bile bakamayacaksınız.