Zafer ve hezimet
2018 yılının kültürel bakımdan en önemli olaylarından biri de UNESCO’nun Dede Korkut-Korkut Ata Mirası: Kültürü, Efsanesi, Müziğini Somut Olmayan Kültürel Miras listesine dâhil etmesi olmuştur. Türkiye, Azerbaycan ve Kazakistan’ın müşterek başvurusu ile 28 Kasım 2018 tarihinde gerçekleşen bu kabul, bizim tasavvur ve tahayyülümüzü tarihimizin destanî devirleriyle yeniden buluşturan bir kültür aşısı oldu. Kültürel bakımdan her geçen gün uğradığımız kayıpların ufkumuzu kararttığı modern zamanlara âdeta tarihten diriltici bir ışık düşürüldü.
Bilindiği üzere Dede Korkut Hikâyeleri; anlatıcısının kimliği, hikâyelerin zamanı ve mekânı konusunda farklı görüşler ileri sürülen, buna rağmen 12. yüzyıldan bu yana dilden dile söylenegelen, 15. yüzyılda yazıya geçirilen, Oğuz Türklerinin kimliğine dair zihnimize canlı tablolar nakşeden, klasik edebiyatımızın temel taşı hüviyetinde metinler olarak tarih şuurumuzu beslemeye devam ediyor. Dede Korkut veya Korkut Ata, Oğuzların hayatını tanzim eden bir bilge kişi, yol atası olarak hikâyelere manevî bir boyut katar. Hayat düsturu mahiyetinde öğütlerde bulunur. “Kahpe içeride olunca kapı kilit tutmaz oğul / Halkın içinde bozgunculuk yapan haindir oğul.”
Fuat Köprülü’nün ünlü sözünü hatırlatalım: “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut’u öbür kefesine koysanız, Dede Korkut ağır basar.” Ağır basan Türkçenin zengin söz varlığı ve söyleyişteki gücüdür. Türkçe üzerinden, Balkanlardan Çin’e kadar geniş bir coğrafya bu ölümsüz kültürel mirası paylaşmaktadır. Söz konusu olan dilimizin zaferidir.
Ne yazık ki, bu zafer 1930’lardan bu yana hezimete, büyük bir yenilgiye dönüşmüş durumda. Türkçe her geçen gün artan bir şekilde geçerliliğini yitiriyor. Bu trajik duruma dair notlar düşelim.
***
Bugünlerde yayın dünyamızın aksakalı Ezel Erverdi ağabeyin Nurettin Topçu Dünden Kalanlar ve Geleceğe Umutlar ( Dergâh Yayınları, Kasım 2018 ) kitabını okuyorum. Büyük boy, 1300 sayfalık kitap, olağanüstü bir emek ve birikimin ürünü. Aynı zamanda bir talebenin hocasına vefasının nasıl bir yaşama tarzına dönüştüğünün belgesi hüviyetinde.
Kitapta Nurettin Topçu’nun Hareket dergisinin Ezel Erverdi’nin önayak olmasıyla, 1966 yılında yeniden ve bu defa Fikir ve Sanatta Hareket adıyla yayımlanması münasebetiyle kaleme alınan bir beyanname yer almakta ve kültürümüzün taşıyıcısı dilimizin içine düşürüldüğü vahim duruma da dikkat çekilmekte.
“Dilimizi bozduğuna inandığımız uydurma ‘öztürkçeyi’ ve Türkçe karşılığı varken yabancı kelime kullanma alışkanlığını benimsemiyoruz. Hareket duru ve temiz bir Türkçe ile çıkacaktır.” O günden bugüne öztürkçecilik gerilerken yabancı kelime kullanma soysuzlaşması çığ gibi büyümüş, İngilizce neredeyse ikinci dilimiz hâline gelmiştir. Bu yabancılaşmaya kapılmayan neredeyse kalmadı.
***
Geçen hafta yurt dışında yaşayan kızımız, eşi, torunumuz ve eşimle Uludağ’da bir ‘hotel’e gittik ve üç günlük bir tatil yaptık. Otel mimarisiyle, hizmet kalitesiyle dört dörtlük denilebilecek bir nitelikte. Üstelik tanıtım broşüründe yazıldığı üzere, “Dünyanın alkolsüz ilk lucury dağ ve kayak merkezi” olmasıyla beni şaşırtan bir hüviyete sahipti. Reading Room olarak isimlendirilen mükemmel okuma odasında dinî yayınlar da yer almaktaydı. Ne yazık ki, din üzerinden yerli, dil üzerinden yabancı olmakta mahzur görülmemişti. Türkçe her yerde olduğu gibi, ‘muhafazakâr’ sermayemiz tarafından da üvey evlat muamelesi görmekteydi. Tanıtım broşüründeki İngilizce ifadeler bu kültürel fukaralığın belgesi mahiyetinde. Alıntılar yapalım: “Uludağ ski convention resort, tam pansiyon plus olan konseptimizde, atrium restaurant, Vista hall, patisserie, lobie bar.” Kayak pistlerine verilen isimlerden birkaçı: “Volfram Detachable-Maden, Gondola, Korinna Monte Baia.”
‘Öz yurdunda garip olma’nın Uludağ’daki görünümü böyleydi.