Yine ilim dili
Geçen haftaki yazımda ilim dilimizdeki yabancı dillerden kelime ve kavramlara düşkünlüğü Türk Düşüncesinde Millîlik ve Yerlilik Sempozyumu bildirilerinden örnekler vererek konu edinmiştim. Geçen yıl vefat eden Prof. Dr. Necati Öner ülkemizde felsefe ve mantık denilince ilk akla gelen isimlerdendi. Kendisiyle akademisyen Veysi Erken’in yaptığı ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin 2009 yılı Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı’nda yayımlanan söyleşide rahmetli bu konuya ilişkin önemli tespitlerde bulunmuş. Güzel ve anlamlı soruların yer aldığı söyleşiden konusuna hâkim bir hocanın dilimize ve yabancı kavramlara ilişkin görüşlerinden bir seçme ile dil yabancılaşmamıza dikkat çekmeye devam edelim:
“Dil tefekkür etme, iletişimde bulunma ve bilgi edinme aracıdır ve her millet için önemlidir. Özellikle bir millet kendi dilinin kavramlarıyla düşünmek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bilimini geliştiremez. Dilde bu anlamda sadeleştirme taraftarıyım. Sadeleştirmenin bilim terimlerinde mutlaka Türkçe olması gerekiyor. Çünkü yaratıcı düşünce ancak anadilde olur. Yabancı dille ancak nakil olur. Bizde başlayan ilk Türk dil hareketleri faydalı olmuştur bir nebze. Aşırılığa sapılmasaydı daha faydalı olurdu. Gündelik olarak kullanılan, asırlardır bizim anlaşmamızı, kültürümüzün nesillere intikalini sağlayan kelimeleri de değiştirdiler, ama tutmadı. İnsanlar birbirini anlamaz oldu.
Kültür temaslarında bir dilden başka dile aktarmalar olur. Saf dilcilik yaklaşımı insanın tabiatına ve kültür alışverişine aykırıdır.
Dilimize yabancı kelimelerin girmesini istemiyorsak, dilimizin güçlü olması ve yabancı kavramların karşılıklarının hemen üretilmesi gerekir. Başta tıp olmak üzere hemen her alanda ilim terimleri üreteceğimize yabancılarını hazır bir şekilde kullanmayı tercih ediyoruz. Bu yol çok kötü ve tehlikelidir.
Yabancı dille öğretim bir felakettir. Siz yabancı dilde öğretim yaparsanız; ancak nakledersiniz, kendi anadilinizi ve kültürünüzü tahrip edersiniz. Bu bir kültür hastalığıdır. Kültür tahribatının yanında bir felaket daha gelişiyor, o da dil şuursuzluğu. Dilin yabancılaştırılmasından rahatsızlık duyulmuyor.
Başka bir dilden kelimeyi olduğu gibi almamalıyız. Kelimeleri olduğu gibi alırsanız dilinizde o kelime çağrışım yaptırmaz. Kendi dil ailesinin içinde yer alan kelimenin yaptırdığı çağrışım yabancı bir kelime ile olmaz. Yabancı kelime kopuktur. Onun için ilim terimleri mutlaka yerli olmalıdır ki, çağrışımla yenilerini getirebilsin. Böylece üniversal medeniyete katkı sağlayabilir ve dilini evrenselleştirebilirsin, medeniyet dili haline getirebilirsin.”
***
Biraz da günümüz medyasından vereceğim örneklerle adeta kangren olmuş dil yaramızı görünür kılmaya çalışalım. Bu konuda o kadar çok not almışım ki, yazmakla bitecek gibi değil. Geçen yıldan devam edelim: Dünya Bizim sitesinde 26.6.2018 tarihinde, Munise Şimşek’in Celaleddin Çelik’le yaptığı konuşmada Çelik yabancı terimlerle hemhal olmanın örneğini veriyor ve kimi sözlerini anlamıyor, sözlüğe bakma gereği duyuyorsunuz. Misal “repeat one“. Ayrıca başka metinlerde de sürekli karşılaştığımız “mod“, “ontolojik“, “kreatif“ gibi kelimeleri sakız çiğner gibi kullanmakta beis görmüyor. Şu cümlesine ise akıl sır ermiyor: “… bunu söyleyeni meczup ilan ederler, ‘duyar kasıyor‘ diye linç ederler.” Niye linç ederlermiş anladınız mı?
Aynı gün Munise Şimşek’in “Wall Street Kurtlarının Gözünü Korkutan Hareket: Minimalizm“ başlıklı yazısında, dilimize iyice yerleşen sözlerden kaçınılmıyor: “flash backlerle“, “moda trendleri“, “milyar fit karelik “.
Ressam İrfan Önürmen “Sınır“ isimli sergisinden “fütüristik ve distopik göndermeler yapan“ diye bahsediyor.
22.6.2018 tarihli Hürriyet kitapsanat’ta İpek Özbey’in “Yaşaması için ölmesi gerek“ başlıklı yazısından: “… kendisine yönelttiği agresyonla ortaya çıkan…”
Aynı ekte Metin Yetkin’in “Ölümün gölgesinde kötülükle savaş“ başlıklı yazısından: “(Ray Bradbury) 1953’te çıkan ‘Fahrenheit 451‘ isimli bilimkurgusal distopyasıyla kültleşti.”
Ek’ten Banu Tuna imzalı “Kadın sağlığına feminist bakış” başlıklı yazıdan: “… hormon replasman tedavisinin…”
Rahmetli Cinuçen Tanrıkorur’un alarm çanından farksız sözleriyle bitirelim:
“Dilini kaybeden her şeyini kaybeder! Mağaza adlarında, yeme-içme, giyinme âdetlerinde ve gündelik konuşmalarda başlayan gönüllü yabancılaşma önce fikri ve sosyal, sonra fiilî, sonra da resmi sömürgeleşmeye gider.”