Sempozyum meselesi
Bunca meselemiz varken bir de sempozyum meselesi nereden çıktı?” diyenler olabilir. “Hiçbir meselemiz köklü bir şekilde çözülemediğinden çıktı” cevabını verebilirim. Sempozyum metinlerini okudukça bu konunun ne kadar olması gerekenden uzak gerçekleştirildiği ayan beyan görülüyor. Sempozyum düşüncesinden bildirilerin yayımlanmasına kadarki uzun ve meşakkatli yolun her safhasında nitelikle bağdaşmayan pek çok unsur, bir kaba boşaltılan çerçöp misali, vurdumduymaz bir şekilde bir araya getiriliyor. Gariptir, sonuçta bir işin başarılmış olduğu zehabına kapılanlar perdenin önünde boy gösteriyorlar. Başta para ve emek olmak üzere pek çok hususta kazanılan bir şeyin olmadığı düşünülmüyor.
Hâlbuki sempozyum düşüncesi bir ihtiyaçtan doğar. Yapılması gereken, henüz yapılamamış bir gereklilik vardır. Kimlerle, nasıl, hangi zamanlama ile yapılabilir ayrıntılarıyla ölçülür tartılır, işi layıkıyla gerçekleştirebilecek bir müteşebbis heyetle yola çıkılır. İşin her safhasında yeni fikirler, yorumlar amaçlanır. Maalesef böyle olmuyor, sonuçta konuyla ilgili söyleyecek sözü olmayan, oradan buradan çırpıştırılan sakız olmuş bilgilerle sözde tebliğ, gerçekte dil, ifade, içerik olarak son derece yetersiz makalelerle arz-ı endam etmekte beis görmeyen bilim adamı, yazar etiketli bir kafile bildiriler kitaplarında resmigeçit yapıyor. Dinleyenler veya bildirileri okuyanların vakitlerini heder eden bir kültürel, sosyal, iktisadî israf almış başını gidiyor.
***
Nedir başarılamayan örneklemem gerekiyor. Önceki yazımda söz konusu ettiğim 60 Yıl Sonra Uluslar arası Yahya Kemal Sempozyumu Bildirileri kitabında sadece yapımcı firmadan kaynaklanan imla sorunları değil, sempozyum meselemiz olarak zikrettiğim hususlar da tam olarak karşımıza çıkıyor. Sempozyum olgusunun uzağından bile geçmediği anlaşılan firmaya dair iki hususa da işaret ederek bildirilere geçelim. Kitabın İçindekiler’de sadece oturum başlıklarına yer verilirken, makalelerin dipnotlarına ise bir kişinin elinden çıkmış kitap mantığıyla birbirini takip eden numaralar verilmiş. Bunlar şekle ilişkin hususlar görülebilir, asıl pek çoğu üç beş sayfadan ibaret makaleler (tebliğ olması beklenirken, olmayan) kalitesizliğin belgesi vasfında. Bir kısmı önceki çalışmaların tekrarı mahiyetinde. Meselâ, Prof. Dr. H. Ömer Özden’in “Yahya Kemal’in Ölüm Felsefesi” makalesinin temel kaynağı Osman Elmalı’nın da yazarı olduğu İlkçağ Felsefesi Tarihi kitabı. Bu kitaptaki bilgiler Yahya Kemal’le irtibatlandırılıyor.
Sempozyum için yazılmış denilebilecek makalelerin pek çoğunda sistematik düşünce, yeni bir fikir/yorum, muradını güzel dile getirme hususlarında ciddi zaaflar görülüyor. Bir örnekle işin bu yönüne eğilelim:
Prof. Dr. Mehmet Vural, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesi. Altı sayfalık makalesinin başlığı “Yahya Kemal’de Tarih ve Gelenek”. İlgilisinin bildiği hususların tekrarı olmayı aşamayan, bırakın yeni bir fikri, farklı bir bakış açısı dahi görmediğimiz makalede yanlış yazımlar, ifade bozuklukları, tartışmalı hükümler az değil. Bunlardan bir kısmını görelim: “Yahya Kemal Albert Sorel, Camilla Julian (doğrusu Camille Jullien) ve Maurice Barries (doğrusu Barrès) gibi Fransız hocaların etkisiyle…) Sorel dışındakiler hocaları değil, etkilendiği fikir adamları. “Comte (doğrusu Adrien Albert Marie) de Mun’un tarih derslerinde…” Böyle bir hocadan bahseden olmamıştır. Dipnotlarda da yanlış yazımlarla karşılaşıyoruz: “Tarih Muhasebeleri” (doğrusu Musahabeleri). Tanpınar’ın Yahya Kemal kitabı da Yahya Kemal Hakkında şeklinde zikrediliyor. İfade bozukluklarına bir örnek: “Akdeniz’in etrafında kurulan yeni medeniyetleri dikkate çekecektir.” Daha önemlisi makalede pek çok tartışmalı, kabulü güç hükümler verilmekte, bu hükümler delillendirilmemektedir. Örneklendirelim:
“Gençlik yıllarında Ziya Gökalp’in etkisiyle Türk tarihini Turan’da gören Yahya Kemal…”
“Yahya Kemal Beyatlı’ya göre eski bitmiştir. Doğu ölmüştür. Şiir şıkkında (bağlamında demek istiyor) bu eski ve kapalı toplum mükemmelliğe erişmiş ve sona ermiştir.” (…)
“Mükemmellik bitiştir: Sonrası ise tatsızdır.” (…) “Ona göre, eski toplum bir kara deliktir artık. Yeni toplum ise bu kara delikten doğacak olan, doğması beklenen yavru-evrendir.” (Bu görüşü Tanpınar’a atıfta bulunarak ileri sürüyor, ki kabul edilebilir bir atıf değil.) “Yahya Kemal yeni kurulan Cumhuriyet’in oluşum sürecinde belirginleşen vatan, millet, tarihsel devamlılık (imtidad) ve mâzinin değerinin bilinmesi gibi düşüncelerin yerleşmesine önemli katkılar sağlamıştır.” (Gerçekle taban tabana zıt bir hüküm) (…) “Görüleceği üzere Yahya Kemal, yok sayılan bir tarihin ve kendisine savaş açılan bir kültürün sözcüsü ve yaşatıcısı olmuştur.” (Bu iki hüküm nasıl bağdaşır?) “Yahya Kemal ve Tanpınar ikilisinin temsil ettiği ‘huzur üslubu’ olarak ifade edilen (Tanpınar’ın romanına atıfla ileri sürülen bu hüküm kim tarafından ifade edilmiş?) entelektüel mizaç ve duruş, siyasal olarak ölçülü olmak ve Batılılaşma idealinden vazgeçmemekle birlikte, tarihsel sürekliliğin ve pozitif gelenekçiliğin (geleneğe yeni bir kisve) savunusunu üstlenmiştir.” Ayrıca Yahya Kemal’den bağımsız bir takım ayağı yere basmayan genellemelerde de bulunuluyor: “Modernizmin anatilik ve inşacı tavrına; postmodernizmin yıkıcı, yok edici tavrına karşı (iki kelime ile modernitenin temel rükünleri çöp sepetine atılıyor) geleneğin ve gelenekte saklı bulunan hakikatin üstünlüğüne…”
Sempozyumların doğru dürüst işini yapan yürütme kurulları olsa böylesi sözde bildirilerin ya yeniden yazımı istenir ya da iade edilirler.