Haddi aşmanın hafif meşrepliği
İnsanın fıtrattan, yaratılıştan gelen haddi, sınırları aşması, hem bir inanç sorunu hem de toplum düzenini bozan bir sapkınlık hâlidir. Bu hâl kâinatın yaratılışından bu yana olagelmiş, peygamberler ve onlara vahyedilen kitaplar insanı doğruluk, hakkaniyet ve faziletten saparak, kendi arzu ve heveslerine göre hareket etmekten alıkoymayı gaye edinmiştir. Allah’ın kulu ve dostu olmak yerine, şeytanın gösterişli dünyasına meyletmek, nefse ram olmak, düşkünlük üzre olmaktır. Halbuki, “Allah azıp haddi aşanları sevmez.”
“Azıp haddi aşma” insanlık tarihinin bütün zamanlarında geçerli olmakla birlikte, Batı’da inanç ve düşüncede dinden bağımsız insan modelinin benimsenmesi 18. yüzyıldan itibaren daha bariz bir şekilde yüceltildi, hatta kutsallaştırıldı. Özellikle sanat ve edebiyat asıl olandan, köklerden uzaklaşmanın başını çekmiştir. Nietzche’nin “Tek Tanrı sanattır” sözü uhrevi olandan uzaklaşıp dünyevileşmenin sloganı mahiyetindedir.
Batı medeniyetinin yörüngesine giren bütün toplumlar ve onların kültürlerinin aslî karakteri zaafa uğramış, sanayi toplumunun dayattığı ‘tek tipleşme’ hiçbir inanç farkı gözetmeden âdeta bir kadere dönüşmüştür. Artık, “Önce ahlâk ve maneviyat” sözünün içi boşaltılmış bir slogan olmaktan öte bir anlamı ve geçerliliği kalmamış gibidir. Kemal Tahir’in ölümsüz eseri Devlet Ana’da Yunus Emre’ye söylettiği “Kılıcın yarası bir, kalemin yarası bin” sözünün izini sürerek bu çölleşmenin edebiyatımızdaki yansımalarına dair aldığım notlardan bazı örnekler vererek, ‘hafifmeşrep’ hâlimizin derin bir kılıç yarasına dönüşmesinin bende doğurduğu hüznü sizinle paylaşmak istedim.
***
Şüphesiz, “Dinde zorlama yoktur” fehvasınca kimsenin inancını sorgulamak durumunda değiliz, hele ötekileştirmek asla. Ayrıca, Kur’ân’ın ifadesiyle ‘kalblerin içini yarma’, kişinin derununda yatanı görme keyfiyetinden uzağız. Fakat bir durum tespiti yapmanın da büsbütün faydadan hâli olmadığını düşünüyorum. Sokrates “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” demiş. Yazılanlarda inançsızlığın yanında bilgisizlik de göze çarpıyor; Özge Sönmez’in Güle Batır Öfkeni kitabındaki “Çiçeklerin de babasıydı Tanrı” mısraında olduğu gibi. Fakat, bir ilahiyat profesörünün kitabına Tanrı’nın Ahlakiliği ismini koyabilmesine ne demeli? Kimi edebiyatçılarımızın toplumun kabullerinin dışına çıkmanın sancısını duyduklarını da görebiliyoruz; Turgut Uyar’ın “Korkuyorum duyarlığımdan ve tanrısızlığın adını anmaktan” mısraı bu hâlin bir örneği. Hüseyin Su’nun tabiriyle bir” iç kanama” ile karşı karşıyayız.
Yaşanan bu anormallik sadece yazanlarla ilgili bir olgu değil, yazılanları yayınlayanlar da bu çarpıklığın bir parçası oluyorlar. Bu yüzden 1 Mart 2019 tarihli yazımda da belirttiğim gibi, Yedi İklim dergisinin kurucusu ve yayın yönetmeni Ali Haydar Haksal’ın; “Etik, cinsellik, hologramik yani Tanrı’yı kişiselleştirme gibi yaklaşımları ve olumsuzlukları içeren eserleri dergimizde yayımlamıyoruz” sözünü önemsiyorum. Peşinen sümme haşa diyerek örneklere geçelim:
26 Temmuz 2018 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta M. Sadık Aslankara’nın “Fethi Naci’siz geçen on yılın ardından” yazısından: “Dilinde uçucuk (ne demekse?) küfrün bini bir para, yüreği dupduru su pırıllığında. Tavla oynarken arada yukarıdakine dua ettiğini itiraf etmekten çekinmez rakı masasında patır patır gülüp çatır çatır lafı gediğine komanın keyfini sürerdi.” (…) “Bir yanıyla çocuk, öte yanıyla Tanrı kaç insan tanımışsınızdır şu hayatta.”
16 Ağustos tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Gamze Akdemir’in Ada romanı üzerine Haluk Şahin’le konuşmasından, Şahin’in sözleri: “Tanrılar hâlâ her savaşın içinde. Tarih boyunca da öyle olmuşlar. Tek farkla: O zaman Tanrılar kendi aralarındaki kavgaları insan üzerinden yapıyorlarmış, şimdi ise insanlar kendi aralarındaki kavgaları Tanrılar üzerinden yapıyorlar.”
13 Eylül tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Gültekin Emre’nin Piramitlerin Gölgesinde kitabı üzerine Nedim Gürsel’le konuşmasından, Gürsel’in bir sözü: “Yargının tümüyle bağımsızlığını yitirdiği ülkemizde Tektanrı tasavvurunu ve mutlak iktidar kavramını eski Mısır’a borçluyuz.” (Umarım bu sözü domuzluk değil cahilliktir.)
20 Eylül tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Gamze Akdemir’in Hava kitabı üzerine Buket Uzuner’le konuşmasından, Uzuner’in bir cümlesi: “Yeter ki Tabiat Ana ona ettiğimiz ihanetlerin bedeli olarak insan türünü silip atmasın dünyadan.”
27 Eylül tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Eray Ak’ın Peygamberin Endişesi romanı üzerine Yavuz Ekinci ile konuşmasından, Ekinci’nin bir sözü: “Mehdi’ye ilk vahiyden sonra Cebrail bir daha görünmüyor.” Metin Uca-Özlem Kumrular’ın Her Book’a Maydanoz isimli kitabının tanıtım metninden: “Âdem’in Havva’dan önceki eşinin epilasyon sonunu neye mal oldu?”
***
Yaşar Nuri Öztürk’ün haddi zorlayan,” Ölümsüz İrade Üstüne” başlıklı yazısından bir alıntı ile bitirelim. Yazının Ekim 1970’te Hareket dergisinde yayımlanması şaşırtıcı. “Yabancı-Varlık-Allah münasebeti insandan önce, ressamla tabiatın münasebetine benziyordu. Yaratan bundan usandı. İnsanı ortaya sürdü. İnsanın hayat alanında görünmesinden sonra Allah’ın varlıkla münasebeti, Peygamberin insanlarla münasebeti gibi oldu.”