Cinayet ve dil
Cemal Kaşıkçı cinayeti medyamıza haber ve yorum konusu olmaya ve siyasîlerimizin gündeminde yer almaya devam ediyor. Hiçbir cinayetin bu denli bahse konu olduğunu hatırlamıyorum. Bu yönüyle Guinness Dünya Rekorlar kitabına girse yeridir. Konuyla ilgili haber ve yorumların odağında azmettirici olarak Suudi Arabistan’da ipleri elinde tutan veliaht Muhammed bin Selman var ve bu zâtın adının yazılışı bir dil sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Batı medeniyetine eklemlenmemizin sonucu olarak Doğu’ya ve İslâm dünyasına ait isimlerin yazımında öteden beri gösterdiğimiz bilgisizlik ve özensizlik neredeyse topyekûn sergilenmiş oldu. Batıcı olanların yanı sıra büyük ölçüde muhafazakârlar da aynı yanlışın girdabına sürüklendiler. Tahkik yerine taklidi esas alan zihni melekemiz yine su yüzüne çıktı. Her taşın altından çıkan Suudî yöneticinin isminin doğru yazımı Muhammed bin Selman. Bazılarının batılılar gibi yazdığı Mohamed Bin Salman değil. Yaygın yanlış Selman’ı soyadı kabul ederek Veliaht Prens Selman olarak yazma. Suudi Arabistan’da geçmişte bizde olduğu gibi soyadı yok ve kişiler babalarının oğlu olarak anılıyorlar. Yani kral Selman bin Abdülaziz’in oğlu Muhammed. Bu kişi adı kısaltılarak anılacaksa Veliaht Muhammed yazmak/söylemek gerekir. Ayrıca, prens Batılı bir unvan, bir Suudî yönetici için kullanılması ne kadar yerinde olur? Bir başka yanlış da oğlu anlamına gelen bin yerine Bin yazılması. Garip karşıladığım bir husus da benim görebildiğim kadarıyla bu yanlışlığı düzelten olmaması. Bu hâli görerek yazarken, konuşurken yanlış yapmama hassasiyetimizin kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
***
İsim yazımında bilgisizliğin yanı sıra dikkat ve özen göstermeme de sık sık karşılaştığımız bir olgu. Bunun bir örneğini 29 Mart tarihli Cumhuriyet Kitap Eki’nden verelim. İsmail Uyaroğlu, Bir aşk güzellemesi başlıklı yazısında Günter Grass’ın soyadı Graas, Attilâ İlhan’ın adı Atilla, William Faulkner’in soyadı Foulkner olarak yazılmış.
Yalnız kişi isimlerinde değil, eser isimlerinde de aynı durumla karşılaşabiliyoruz. Aynı ekte Hidayet Karakuş’un, Esra Alkan’ın Kalk Gidelim Edirne kitabına dair tanıtım yazısından bir cümle: “İşte Mimar Sinan, İstanbul Eminönü’deki Çelebi Camii’ni (doğrusu Ahi Çelebi) üç yılda yaptı.” Yazıda camiin Mimar Sinan’ın eseri olduğu belirtiliyor. Halbuki cami 1480 yılında yani Sinan’ın doğumundan dokuz yıl önce inşa edilmiş, 1539 yılında çıkan yangında kullanılamaz hâle gelince Sinan tarafından tamir edilmiş.
Mehmet Erken, 6 Nisan tarihli Dünya Bizim sitesinde Peşinden Koşulmuş Yazılar başlıklı yazısında “efemeral malzemeyi” yazarak eşya isminde yanlış yazım örneği veriyor. Üstelik tanıttığı Sahafnâme kitabının bölümlerini verirken, Efemera yazarak yanlışını düzeltiyor. Tanpınar, “Dehanın miyarı (ölçütü) dikkattir” diyor. Deha bir yana, yazdıklarımıza dikkat kesilmezsek, işimizi ve okuru ciddiye almıyoruz demektir.
Kitabın Ortası dergisinin 7. sayısında Sevinç Şatıroğlu, takdirle takipçisi olduğum Anjelika Akbar’la bir söyleşi yapmış. Akbar’ın şu sözü sürekli yakındığım savrulmalara ışık tutuyor gibi: “Bir ihtimal teknoloji ve hız, insanların duygu ve davranış inceliklerini kısıtlıyor. Duygu dünyası ikinci plana düşünce, ortaya çıkan sonuç zarafete uzak kalıyor.”
Numan Ali Han Pakistan asıllı, ABD’de yaşayan Arapça ve Kur’an profesörü. Dünyadaki en etkili 500 Müslüman listesine girerek ününü daha da arttıran bu nitelikli akademisyenin kitapları Türkçeye çevriliyor ve büyük ilgi görüyor. Kitaplarda ve kendisiyle ilgili haberlerde ismi Nouman Ali Khan olarak yazılıyor. Batılı ne diyorsa o, Müslüman olsa da fark etmiyor.
Sedat Ergin’in araştırmaya dayalı, kavrayıcı yazılarını beğenerek okuyageldim. 10 Nisan’da Hürriyet’te yayımlanan Batı bu fotoğrafın neresinde? Yazısında olduğu gibi isim yazarken ‘bize göre’ tavrı içinde olamıyor ve “Suriye lideri Beşar Esad…” yazımını tercih ediyor. Böylelikle Beşşar Esed şeklinde yazan/söyleyenlerle aynı yerde durmadığını da göstermiş oluyor. Takip ettiğim sitelerden Dünya Bizim’de 3 Ocak 2016’da Deniz Baran’ın ABD’de imamlık da yapan akademisyen Kasım Topuz’la yaptığı söyleşiyi okumuştum. Amerika’daki İslâmî hayat üzerine yapılan söyleşide Topuz’un şu cümlesini not etmişim: “… İslam’a yaklaşımda farlılıkları olanlar da vardı, mesela Deoband ekolü veya Barelvi anlayışı takip edenler vardı.” Bu farklı yaklaşımlar nedir, hiçbir açıklama yapılmıyor. Bizim bildiklerimizi okurun da bildiği nasıl düşünülebilir?
Dil yabancılaşmasında nereye geldiğimize bir örnekle bitireyim. Devre mülkümüz olan bir termal tesiste dikkatimi çeken bir not: “Öğün fiyatları adisyon mukabilinde oda hesaplarınıza charge edilebilir.” Vatandaş bu nottan ne anlıyor acaba?