It’s the rule of law, stupid!
Ne yazık ki seçim dönemine denk gelen bir anayasa tartışması yaşıyoruz. Kötü olan anayasa tartışması yapıyor oluşumuz değil bunun seçim dönemine denk gelmesi. Türkiye’de yapılan tüm seçimlerde olduğu üzere seçim gününe kadar neyi konuşursak konuşalım bunu seçimler açısından ne faydası olur mantığı ile konuşacağız. Anayasa Mahkemesi ile ilgili sarf edeceğimiz her cümle de kaçınılmaz olarak seçimlerde tercih ettiğimiz partinin alacağı oylarla ilgili hale gelecek.
Her seçim öncesinde olduğu gibi bu seçimlerde de seçmeni konsolide etmek için kışkırtma, ayrıştırma yine mübah sayılacak. Demokrasinin su gibi ekmek gibi ihtiyaç duyduğu hoşgörü eşiği yeniden acımasızca düşürülecek.
Aslında bu tür polemiklere alışık olduğumuz için endişe duyulacak bir durum olmadığı da düşünülebilir.
Ancak son yaşanan Anayasa Mahkemesi krizi Türkiye için kalıcı etkileri, belirleyici sonuçları olacak yapısal bir sorun ve alışılagelmiş siyasi polemiklerle geçiştirilemeyecek bir felaket.
***
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesinin verdiği ikinci hak ihlali kararının, hukuki bir değeri olmadığına hükmetmesi neresinden bakılırsa bakılsın ciddi bir sistem krizi.
Anayasa Mahkemesi’nin konum değeri, seçim gündeminin üstündedir ve muhalefet bunu sıradan bir seçim polemiği haline getirmemenin yolunu mutlaka bulmalı. Aksi taktirde AYM kararlarının tanınmaması gibi hukuk devleti ile bağdaşmayacak bir karar, sanki oylamaya açıkmış gibi siyasi iklim oluşur ki bu hukuksuzluğa demokratik bir meşruiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramaz.
AYM kararlarının tanınmaması gibi hukuki olarak kabul edilemez bir adım, layık olduğu düzlemde yani hukuk ve ahlak düzleminde tartışıldığı müddetçe genel toplumsal kabul görecek sonuçlar doğurabilir.
Konu elbette aynı zamanda siyasi de bir konudur ve seçim atmosferinde dile getirilecektir ancak sorunun içeriğindeki partiler üstü, ideolojiler üstü nüveye bir zarar gelmesini engellemek tartışmaya yürütenlerin ahlaki bir yükümlülüğüdür.
İşte esas sorun da burada yatıyor. Muhalefetin özellikle sol Kemalist muhalefetin yaptığı hukuki eleştirilerle sergilediği fiili performans toplumsal uzlaşma çağrısından daha çok iktidar gücüne sahip olamamaktan doğan bir yakınmayı çağrıştırıyor. Kullanılan üslup demokratik bir uzlaşmadan daha çok kendi ideolojileri doğrultusunda ülkeyi dizayn etme arzusu görüntüsünü veriyor.
***
Son AYM tartışmaları esnasında , Filistin’e destek mitingiyle ilgili olarak Kelime-i Tevhid bayrağı taşıdığı için şiddete uğrayan kişiye, hilafet bayrağı taşıyordu, hak etti deyip, saldırgana da eline sağlık tavrıyla destek çıkanlar, bu ülkede anayasal uzlaşmanın önündeki en büyük engellerden birisinin kendi yaklaşımları olduğunun muhtemelen farkında bile değil.
Olayın zannedildiği gibi hilafeti destek mitingi olmadığı o bayrağın da hilafet bayrağı olmadığı defalarca yazılıp çizilmesine rağmen saldırgan kahraman ilan edildi. Anayasa tartışmalarında muhalefet (sol Kemalist muhalefet) neredeyse Kelime-i Tevhit bayrağı taşıyan şahsa saldıran kişinin etrafında birleşti.
Geniş toplumsal kesimlerin kabul göreceği bir uzlaşma daveti yerine aptalca bir ideolojik saplantı yine demokrasimizin bir adım da olsa mesafe kat etmesinin önüne engel oluyor.
Kant’ın ünlü Kategorik İmperatif ilkesini hatırlatmak bu noktada işe yarayabilir. Kant bir davranış tavsiyesi değil, davranışlarımızı ahlaki olarak sınayabileceğimiz çok önemli bir kriteri dile getiriyor: “Öyle bir şekilde hareket edin ki, iradenizin düsturu, her zaman genel yasama ilkesi olabilsin’’. Talep ettikleri ahlaki standartlara kendilerini uymakla yükümlü görmeyenler elbette inandırıcı olmayacak.
***
Başlıkta kullanılan İngilizce tabiri muhtemelen birçok okuyucu anladı. Bu cümle Bill Clinton’a 1992 yılında ABD Başkanlığı’nın kazandıran ünlü “It’s the economy, stupid (Konu ekonomi aptal) sloganından geliyor. Ekonomi yerine hukuk devleti (rule of law) tabirini koydum. Aptalca siyasi saplantılardan günün birinde sıyrılacağımıza yönelik inancım ise hala sürüyor.