Güne bir otel odasında uyanmak…
Başka bir şehirde, başka insanların olduğu başka türlü bir kahvaltı salonunda. Değişik zeytinler, ekmek çeşitleri bazı tropikal meyveler filan.
Ama aynı dünya işte.
Her gün aynı evde uyansak da ıskaladığımız şey, zaman! Her gün değişen! Yoksa hiç değişmeyen mi, ölçemiyoruz.
Hız çağında daha çok uçuyor, daha çok mesafe kat ediyoruz.
Ama acaba menzillere, şehirlere hiç nüfuz etmeden binlerce kilometre yapmak; nasıl demeli insan gibi değil de bir bavul gibi yolculuk yapmak değil mi? Onbin kilometre yapıp, bir şehirde diyelim beş saat geçirip tekrar onbin kilometre yaparak dönmek nedir?
Dün Ayaş’taki pazar yerinde seyahat arkadaşlarımdan biri eline aldığı pestilden bir parça ısırarak sordu: “Bu nerenin üzümünden yapıldı?” Pazarcı teyze hiç duraksamadan yapıştırdı cevabı: “Brighton!”
Arkadaşım o küçük şokunu yaşarken de devam etti teyze: “Ayaş’a gelmişsin, nerenin üzümü diye soruyorsun…”
Sonra Beypazarı’na giderken yol üzerinde sola sapıp Ayaş’ın meşhur içme suyunu ziyaret ettik. Küçük bir tesis yapılmış, giriş kişi başı yirmi lira. İçeride sürekli akan bir çeşme var. İki arkadaşım suyu içmek üzere çeşmeye doğru gitti. Bendeniz de bir masaya oturup önce bir nefes alayım dedim. Arkadaşlar masaya geldiğinde pazarda teyzeden yediği şokla yaşayan arkadaş “su çok soğuk, hâlâ dişlerim sızlıyor, üşüyorum” dedi.
Duyduğum sözlere ziyadesiyle memnun olmuştum. Hava da zaten çok sıcaktı. Lâkin çeşmenin başına varıp elimle suya dokununca kahkaha attım. Çünkü su sıcak, hem de bayağı sıcak bir su idi.
Neyse ki çeşmenin yanındaki büfede soğuk su mevcuttu, kifaf-ı nefs eyleyebildik.
Beypazarı her zamanki gibiydi.
Havuç, soda, güzel evler, sokaklar, eski harika çarşı…Biraz asma yaprağından ince ince sarılmış sarma da tabii ki.
İnözü’ndeki dere kurumuş ne yazık ki.
Isfahan’daki Zayenderud nehrinin dahi kuruması geldi aklıma.
Eymir Gölü’ne inen tozlu topraklı yollar vardı bir de. Candan dostlar refakatinde sıcağın biraz uzağına düşmek. Vardığımız bahçede birkaç tavşan, kaz, tavuk ve iki yaramaz keçi görmek.
Sonra Taraklı filan işte.
Yollarda geçen bir bayram öncesinin iki üç günlük küçük zikzaklı nefes anları. Sonra? Sonrası bayram işte. Mübarek olsun.
Urfalı Üzeyir
Bir dört yol ağızında, yolun ta öteki ucunda, boyundan büyük arabayı çekerek hızlı hızlı yürüyordu. O telaş içinde, o kadar uzaktan nasıl gördüm onu, bilmiyorum. Aklımın bir kısmı orda bir ksımı şu kadim çelişkide yürümeye devam ettim: Bunların fotoğraflarını çekmek istiyorum. Sonra ... Bu insanlık durumunu dijital bir kareye güzelce hapsedip yaptığımdan ebedi bir gurur duyarak işime bakmak.
Bütün gün sokaklarda boylarından büyük arabaları (nedense hep koşarcasına, sanki bir yere yetişecekler ya da şehrin çöpleri hemen bitecekmiş gibi) hızlı hızlı çekip çöp bidonlarını karıştırıp sonra kendisi gibilerle rutubetli, havasız, ter kokan, izbe bir bekâr odasında geçen bir hayat nasıl bir hayattır? Peki ya bunların fotoğrafını çekmek nasıl bir iştir?
Dönüp baktım. Tuhaf bir şey oldu. Ben kafamı çevirip baktığımda o da bana bakıyordu. Bir an göz göze geldik. Sonra yine baktım. Yine göz göze geldik. Koca caddenin bir ucunda o, bir ucuna ben, gizli aşıklar gibi kimseye belli etmeden durp durup birbirimize bakmaya başadık. Bana el mi salladı ne. Sonra hiç inanılmaz bir şey oldu. Arbaların arasından koca caddeyi hızla geçti ve birden bire karşıma dikiliverdi. Gayri ihtiyari, kararsız makineye davrandım sonra vazgeçtim. Sanki gereksiz bir oyuncak için mızırdayan bir çocuğun babasının alicenaplık yapıp da beklenmedik bir şekilde o oyuncağı alıvermesi gibi “çek abey çek!” dedi. Kendince de bir poz verdi. Buna hazır değildim. Çeksem mi çekmesem mi? Bu açı iyi değil...Akşama kadar karıştırlan çöp bidonları... Işık da ters ama... Kaç kardeşi var acaba? Ona şöyle istediğim gibi bir poz verdirsem... Babası ne iş yapar ki?
Ona güzel birşeyler söylemek istiyorum ama dilim tutlmuş durumda. En beylik laf çıktı ağızımdan.
“Selam aleyküm delikanlı. Adın ne?”
“Üzeyir, abey.” “Nerelisin?”
“Urfalı.”
Sözlerim bitti. Üzeyir bekliyor. Onun için ne yapabilirim?
Çaresiz seviyeyi iyice düşürdüm.
“Okula gidiyor musun Üzeyir?” “Evet abey.”
Dersler nasıl?
...
Laf işte. Bir mucize bekliyorum “Çok iyi” der mi?
Yine kendinde emin, gururla “İyi, abey” dedi. İkimiz de biliyoruz bu “iyinin” naslı bir iyi olduğunu. Sözlerim tümden tükendi. Üzeyir hala gitmiyor.
Üzeyir git artık. Benden ne istiyorsun? Daha fazla fotoğrafını çekemeyeceğim. Elim tutmuyor. Şaşkınım. Ağırlığın her dakika üzerime daha da yükleniyor.
Onun için ne yapabilirim ki? Son saçmalık. Sarhoş gibi, kaba ve hoyrat bir şekilde elimi cebime attım.
“Bişey istiyor musun Üzeyir? Sana para vereyim?” “Yok, abey. İstemez, gerek yok.”
Üzeyir ne olur bırak beni artık gideyim... Halimi anladı.
“Daha işim var abey. Hadi bana müsade.” Uzaklaştı.
Üzeyir çöp bidonlarından kağıt ve pet şişe toplamıyor dakararmaya yüz tutmuş ruhları çöpten çıkartıp temizliyor sanki.
Ya ben senin için ne yapabilirim Üzeyir?
Senin o kara badem gözlü, vakur bakışlı, güzel çocuk yüzüne şehadet edenler hep beraber senin için dua edelim. Sana ve onlara...
Ömer Saruhanlıoğlu- Çeto 4. sayı