Bir çocuktan birkaç post çıkarmak
Herkes duymuştur tafsilata gerek yok sanırım; Birkaç felsefe kitabı okuduğunu söyleyen bir çocuğun kısa videosu sosyal medya ormanına düştükten hemen sonra, hep olduğu gibi farklı tepkilerin odağına oturuverdi.
Bazıları dedi ki bu çocuk süper bir filozof olacak, kendisi dâhidir, buralarda heder olmasın, derhal korumaya alınsın.
Bazıları dedi ki bu çocuk yanlış şekilde doldurulmuş, yazık. Buna müsaade edilmemeli.
Bazıları dedi ki bu çocuk derhal ebeveyninin elinden alınmalı.
Bazıları dedi ki bu çocuk tıpkı Greta gibi yeni nesil çocuklardan, normaldir.
Bazıları dedi ki bu çocuk bir süre sonra çok acı çekecek, şu olacak bu olacak.
Bazıları dedi ki çocuk bu medya ortamında istismar ve linç ediliyor, ilgili bakanlık olaya el koymalı.
Vs vs…
Çocuğun kaş göz analizinden yeleğinin subliminal mesaj (!) içeriğine kadar didik didik bir eleştiriye tâbi tutuldu ve sayısız ilgili ilgisiz, insaflı insafsız onbinlerce yorum sosyal medya ormanının derinliklerinde çalkalandı durdu.
Daha sonra çocuk ve ailesi bir basın toplantısı düzenledi ve bu da bambaşka yeni eleştirilerin konusu oldu.
Bu arada çocuğun psikolojisi ne hâle geldi, ya da bu yaşananlar onda ne gibi sonuçlar doğuracak bilmiyoruz.
Çocuk bir proje çocuk muydu? O konuda da bir şey söyleyemeyiz ama herhalde şunları söylemek mümkün:
Çocuklar da felsefeyle ilgilenebilir, bazı metinleri ezberleyebilir.
Alışılmamış bu durum (çocuğun felsefeyle ilgilenmesi) normal midir, anormal mi? Yani kimi insanların olumlu/olumsuz aşırı bir tepkisellikle olaya yaklaşmasının mâkul bir izahı var mıdır?
Zaman zaman kimi a tipik özellikleriyle gündeme gelen çocukları bu arena kültüründen koruyacak hukuksal mekanizmalar var mıdır, yok mudur? Varsa neden “ ba’de harabu’l Basra” uygulanmaktadır?
Kimileri felsefe ve çocuk kelimeleri yanyana gelince mi dikkat kesiliyor yoksa “madem popüler gündem bu, şu suyu biraz da ben köpürteyim” mantığıyla mı hareket ediyor?
Efendiler!.. Neyse.
Not: Yazıyı gazeteye gönderdiğim anda Aile Bakanlığı’nın konuya el attığını ve pedagojik/psikolojik hizmet verileceğini öğrendim.
Soruyorum öyleyse varsın
Çocukken farklı olduğumu biliyordum, ancak farkımın ne olduğunu bilemiyordum ki, kafa yormuyordum. İletişim kurmak, ayak uydurmak, uyum sağlamak için çaba harcıyor ve başarıyordum. Diğer çocukların, arkadaşlarımın benim kadar çaba harcamadığını hiç görmüyordum. Farkım içimdeydi, duygularımdaydı. Hepsi buydu. Üstüne düşünmüyor, sanırım gerekli görmüyordum.
Neden derseniz?
Düşünmeyi bilmiyordum ki!
Ergenliğe girince zeki olduğumu fark ettim. Akranlarımdan zekiydim, bununla yıllar yılı böbürlendim. Öte yandan, zekânın değerini bildim. Saksıyı çalıştırdım, hep işledim, parlattım, geliştirdim zekâmı. Tabiat da yardım ediyordu, doğal süreçti. Böbürlenmek, takdir beklemek gafletti tabii, ancak aklımı geliştirmek, verimli kullanmak için kendimi teşvik etmeme yaradı. Bu sayede okumaya, öğrenmeye yönelmiştim. Merakım parlak kalmış, körelmemişti. Bildiklerim beni zenginleştiriyordu, fikirlerim sosyal çevrede işe yarıyordu. Yeri geldikçe, satıyordum onları.
Analitik zekâm gelişmiş, düşünmeyi öğrenmiştim. Bilgiye dayalı fikir üretmek, fark yaratıyordu. Kuru kuruya bilgi satanları geçebiliyor, eleyebiliyordum.
Hayret derseniz?
Yerinde yeller esiyordu.
Yaklaşık otuz yaşımda yeniden hayrete düşmeye, merak etmeye başladım. Tıpkı bir çocuk gibi merak ediyor, bilmek istiyordum. Üstelik bu kez sadece kendim için, sadece bilmek için bilmek istiyordum. Hiçbir şey görünenden ibaret değildi. Gören yalnızca iki göz değildi. Gizli bir gözüm daha vardı: Üçüncü göz, bilincin gözü.
Şanslıydım ki, düşünmeyi biliyordum artık.
Felsefe başlamıştı.
***
Yaklaşık on beş yıl önce sevgili Mustafa Cemal’in açtığı “Hegel Atölyesi”ne katılınca hem mutluluk duydum hem içim yandı. “Keşke çocukken metafizik dersimiz olsaydı da şunları anlayabilseydim” dedim. Keşke ilkokulda okuma yazma öğrenmeden önce bize soyut düşünme dersi verilseydi. Zihnim açıkken, yalan yanlış, karman çorman, bir sürü algoritma katılaşmamışken metafizikle karşılaşsaydım. Muazzam fark yaratırdı. Daima fikir üreterek geçen bir hayatım olurdu.
Okul hayatımız boyunca ezberciliği o kadar içselleştiriyoruz ki, zihne kaydetmek ile bilmek arasındaki farktan haberdar değil çoğumuz. Altını çizeyim: Bir malumatı zihne kaydetmek, onu bilmek değildir. Arada dağlar var. Enine boyuna düşünmeden, hiçbir şeyi bilemeyiz.
Anlamak bir duygudur. Bu duygu bizde ilgi uyandırır. Bu ilgi sayesinde zihin emeği verirsek, bilmeye yönelik bir yol açarız. Okulda öğretmenin dikte ettiğini bir papağan gibi tekrar edince öğrenmiş, konuyu bilmiş oluyorduk. Yani köreltiliyorduk. Hele ceza travması yaşayan, ki hepimiz yaşadık, körelmekle kalmıyor, örseleniyordu.
Kereste gibi yontuluyorduk yani.
Vah ki ne vah!
***
Felsefe Akademisinin levhasında “Kendini Bil” yazıyormuş. Hiç umursamamıştım. Ne kadar hafife almışım bunu. Derya deniz olduğunu bilmiyordum.
Aslında çocukluğu yeniden yaşamaya başlamıştım sorular başıma üşüşünce. Biz önce dışarıyı merak ettik. Dünya bize hayret veriyordu, kocamandı, uçsuz bucaksızdı, her şeyi ilk kez görüyorduk. Dünyayı, hayatı, başkalarını merak ediyorduk, çünkü seviyorduk. İlgi hep diriydi, zihin açıktı, fıldır fıldır çalışıyordu. Hayrete düşüyor, merak ediyorduk, fakat bilmiyor ve soruyorduk. Doğuştan filozoftuk hepimiz. Düşünmeyi öğrensek, gerisi elbet gelecekti.
Yeter ki çocukların sorduğu zekice sorularla, onlara verebileceğimiz makul yanıtlar arasındaki orantısızlıkta, sessiz kalmayı, onu susturmayı, geçiştirmeyi seçmek yerine, çocukla birlikte düşünmeye razı olalım.
Ergenlikte ilgimiz kendimize döndü, kişiliğimizi kurmak ve başkalarına kabul ettirmek için çaba harcıyorduk. Bunların üstesinden geldik, hayallerimizi gerçekleştirdik, her şeyi tamam ettik sandık. Çoğunluk orada kaldı. Ben devam edenlerden oldum.
Oldum da ne oldu?
Kendime hayret ettim.
***
Felsefeyle yaşamak nedir? diye soran olursa, hiç bitmeyecek bir çocukluktur derim ki ne mutlu bunu yaşayana. Daima kaynağa yakın kalmak, ömre bedel değil mi?
Düşünüyorum, öyleyse varım.
Soruyorum, öyleyse varsın.
Daha ne olsun?
Aşk olsun!
Erol Hızarcı- Çeto 13. sayıdan