Sonsuz barıştan sınırsız savaşa…
Alman düşünür Immanuel Kant 1795 yılında yayınlanan bir kitabında sonsuz barışın devletlerin değişmesi, demokratikleşmesiyle yani mutlak monarşinin yerini kuvvetler dengesi içeren cumhuriyete bırakmasıyla mümkün olacağını söyledi ve hükümetlere evrensel barış programı önerisinde bulundu. Önerileri pek dikkate alınmasa da demokrasi ile barış arasında kurduğu bağlantı önemini korudu, demokrasilerin hiç olmazsa kendi aralarında savaşmayacağı savı kabul gördü.
Savaşlar hep oldu, vahşet hep yaşandı ama umut, evrensel barışın günün birinde gerçekleşebileceğine dair inanç varlığını sürdürdü. 19’uncu yüzyıldan itibaren de savaşların daha insancıl olması için kurallar belirlendi, Lahey’de ve Cenevre’de sözleşmeler imzalandı. Ardından savaşı men eden protokoller ve BM Şartı geldi. Nükleer silahlar ortaya çıktığındaysa onun yayılmasını ve kullanılmasını engelleyici rejimler, uygulamalar hayata geçirildi.
Soğuk Savaş fiilen 1989, hukuken 1990’da bittiğinde yepyeni bir beklenti oluştu. Tarihinin sonunun geldiği iddia edildi. Hatta mucizevi bir şekilde geniş coğrafi anlamıyla Avrupa’da konvansiyonel silahları sınırlayan AKKA bile imzalandı. Irak’ın Kuveyt’i işgali de İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan “liberal” dünya düzeninin kuralına göre işleyebileceğine dair düşünceyi pekiştirdi. BM Güvenlik Konseyi vetosuz, itirazsız çalıştı.
Ardından bölgenin en önemli konusuna el atıldı. Madrid, Oslo derken Filistin sorunu aşamalı çözüme kavuşma yolunda ilerlemeye başladı. Balkanlar ve Kafkaslardaki çatışmalar moralleri biraz bozsa, Samuel Huntington medeniyet savaşlarından, Mary Kaldor yeni tür savaşların vahşetinden bahsetse de umutlar sönmedi. Ne de olsa Bosna ve Ruanda için özel mahkemeler kuruldu, Roma’da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin temeli atıldı.
Aslına bakarsanız 11 Eylül dahi barışın mümkün olabileceği, erişilebilir olduğu anlayışını öldürmedi. Dünya büyük ölçüde saldırıya uğrayan Amerika ile dayanışma gösterdi, teröre karşı savaştı. Sembolik dahi olsa Washington Antlaşması’nın 5’inci maddesi çalıştırılarak NATO “hepimiz Amerika için” dedi. Ne IŞİD ne de Kuzey Kore insanları yıldırdı. İkili ve çok taraflı sorunlar hep oldu fakat barış umudu bitmedi.
Bu arada Amerika fırsattan istifade düzeni kendi lehine biraz daha değiştirme arayışına girdi. Önce Rusya NATO üstünden Amerika’nın artan etkisine itirazlarını dillendirdi. Sonra da Gürcistan ve Ukrayna’ya müdahale etti. Tam bunlar olurken de Amerika Çin’i keşfetti, güçlenmesinin çıkarları açısından tehdit oluşturduğunu düşünmeye başladı. 2022’de de Rusya’nın Ukrayna savaşı çıktı.
Teknoloji de boş durmadı. Savaş sahasına yenilikler girmeye, önce savaşın sonra da barışın niteliği değişmeye başladı. El Kaide yolcu uçaklarından kitle imha silahları üretirken, insansız hava araçları koca koca tankları, topları anlamsız ve kullanılmaz hale getirdi. Literatür de yeni kavramlarla tanıştı, hibrit savaş diye bilinen durumun niteliği değişti. Savaşla barış arası iyice geçişken hale geldi.
Bir zamanlar ebedi, yani sonsuz olabilecek gibi duran barış günümüz itibarıyla yerini ebedi olan sınırsız savaşa bıraktı. Bunda da İsrail öncü rol oynadı. Gazze’de insancıl hukuk kurallarını hiçe sayması yetmiyormuş gibi geçtiğimiz günlerde Batı Şeria’da insanları evlerinin çatısından attı, terörist oldukları gerekçesiyle yargısız infazlar gerçekleştirdi. Daha da önemlisi Hizbullah’a karşı verdiği savaşı yeni bir düzeye çıkartıp çağrı cihazlarını ve telsizleri patlattı.
Macaristan’da kurduğu anlaşılan paravan şirket aracılığıyla sağladığı cihazlarla hem Hizbullah üyelerini takip etti, hem de onları, en azından bir kısmını, cihazlara yerleştirdiği patlayıcılarla öldürdü ya da yaraladı. Hastanelere gelenler sayesinde kimliklerinin deşifre olmasını sağladı. Cuma günü de biri başına Amerika’nın 7 milyon dolar ödül koyduğu iki Hizbullah komutanını hedef aldı.
Konvansiyonel savaş anlamında Hizbullah mevzilerini ve rampalarını vurdu. Sivil-asker ayrımı da yapmadı. Ancak savaşın kavram olarak rengini ve niteliğini değiştiren, hibrit savaşın nasıl bir noktaya varabileceğini gösteren çağrı ve telsiz cihazı operasyonuydu. Daha önce yazılımlarla İran’a saldıran, nükleer tesislerine zarar veren, Hamas liderini Tahran’ın kalbinde infaz eden İsrail bu kez hibrit savaş çıtasını ciddi şekilde yükseltti.
Bundan sonra herkesin her şeyin silaha dönüşebileceğini, daha da kötüsü barışın gerçek bir barış olmadığını unutmaması gerekiyor. Artık ne yazık ki sürekli savaşın hakim olduğu, devletlerin ya da devlet dışı aktörlerin birbirine alışık olmadık yöntemlerle saldırabildiği bir çağda yaşıyoruz. Bugün en büyük yardımcımız olan cep telefonlarının silaha dönüşebileceğini, konum servislerinin yerimizi sadece ticari amaçlarla kullanmayabileceğini, elektrikli arabalarımızın bomba gibi patlatılabileceğini dikkate almak zorundayız.
Bu gelişmenin sonucu sadece devletlerin daha fazla içine kapanması, dünya siyasetinde iddiası olanların kendi teknolojisini kendisi kullanması ve üretmesi olmayacak, güvenlik-özgürlük dengesi çok daha fazla sarsılacak. Güvenlik özgürlük hilafına önemsenecek. Tedbir almayanlar, şimdiden kendi kapalı devre sistemlerini yaratmayanlarsa geçtiğimiz hafta gördüğümüz tarzda saldırılara maruz kalma riskiyle birlikte yaşayacak.
Bence Türkiye’nin mümkün olan en kısa zamanda dünyadan kopmadan, fırsattan istifade deyip sosyal ağaları ya da başka bir şeyi hedefe koymadan, ifade özgürlüğü ile güvenlik arasındaki hassas dengeyi daha çok bozmadan hibrit savaşa, barışla savaş arasındaki gri alana yönelik gerçekçi bir savunma, caydırıcı olma amacıyla biraz da saldırma stratejisi geliştirmesinde, mevcut yeteneklerini arttırmasında yarar var.
Bunu kuracağı yeni bir kurum marifetiyle mi yapar yoksa var olan kurum ve imkanlardan mı yararlanır o konunun uzmanlarının işi. Yeter ki bir strateji, daha doğrusu eylem planı oluşsun. Her hangi bir kriz anında Lübnan’ın, İran’ın yaşadığı çaresizlik yaşanmasın. Türkiye siber saldırılara, istihbarat savaşlarına, elektronik aygıt patlamalarına maruz bırakılacak bir ülke olarak görülmesin…