İki konuk çok konu...
Dün Türkiye iki önemli konuğu ağırladı. AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen Ankara’daydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştüler. AB’nin gündeminde olan konuları konuştular. 25 Mart’ta AB Konseyi tarafından duyurulan gümrük birliğinin güncellenmesi ve göç mutabakatının yenilenmesi üstünde durdular. Ziyaret öncesi çıkan haberlere ve kendi açıklamalarına bakılırsa insan hakları kaygılarını da muhataplarıyla paylaştılar.
Libya, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs da belli ki önem verdikleri konular arasındaydı. İkilinin öncelikler sıralamasında vize serbestisi olmadığı, onu zaten şarta bağladıkları BBC Türkçe servisinde ziyaret öncesinde yer aldı. Onlar için gündem dışı olan bir başka konu da Türkiye’nin AB üyeliğiydi. Her ne kadar AB üyelik perspektifini İlerleme Raporlarına, dolayısıyla da Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi siciline bağlamış görünse de, arzu etmediği biliniyor.
Bu da zaten yeni bir şey değil. İnsan hakları ve demokrasi kriterlerine en uyulduğu zamanlarda dahi AB, daha doğrusu AB’nin belli başlı ülkeleri Türkiye’nin üyeliğine “kültürel” nedenlerle karşıydı. Bazıları bunu açıkça ifade etti, bazıları da Kıbrıs sorununun arkasına sığınarak Türkiye’yi caydırmaya çalıştı. “Medeniyet” vurgusu Sarkozy ve Merkel adlarıyla kayda geçmiş bir AB tahayyülüydü.
Ancak artık bu tahayyül çok daha fazla geçerlilik kazandı. AB’nin içinde ve dışında yaşanan gelişmeler Türkiye’yi daha da çok dışlanacak, iş birliği yapılacak ama üye yapılmayacak ülke konumuna getirdi. Göç (iltica) ve IŞİD terörü, bununla bağlantılı Brexit, Polonya ve Macaristan’da giderek büyüyen demokrasi açığı, Trump ve NATO sarsıntısı ve tabii ki aşırı sağın yükselişi AB’yi giderek daha çok medeniyette aidiyet aramaya yöneltti.
Macron takip edebildiğim kadarıyla iki yıldır medeniyetler yok oluyor, geriye sadece Amerika ve Çin aksı kalıyor diye yakınmakta, AB’yi de bu yüzden var olmak için ortak bir söylem ve imgelemde birleştirmeye çalışmakta. Görünen o ki insan hakları, demokrasi gibi kavramlar, Aydınlanma anlayışı, işlevsel entegrasyon, hatta sosyal devlet bile Avrupa fikrinin tutkalı olmaya yetmiyor. Dine, geleneklerin bağlayıcılığına olan ihtiyaç artıyor. Bu da birilerinin ötekileştirilmesini gerekli kılıyor.
Rusya doğal olarak bir alternatif, Asya değerleri üstünden ötekileştirilmesi mümkün. Çin de öyle. Fakat her anlamda en “makul” seçenek Türkiye. Hem yakın olduğu hem de Müslüman çoğunluklu bir ülke olduğu için ötekileştirme, aidiyet inşa etme süreçlerine iyi bir aday. Tarihi önyargılar ve Avrupa’nın pek çok ülkesinin popüler imgelemine yerleşmiş kavramlar sayesinde Türkiye karşıtlığı AB’nin söylemsel birleşmesinin yeni itici gücü olabilir.
Ege ve Akdeniz’deki sorunlar, Kıbrıs buna katkıda bulunabilir. Demokrasi açığımız ve insan hakları sorunlarımız da katalizör işlevi görür. Öte yandan Türkiye AB için önemli bir ülke de. İlişkiler tek taraflı değil iki taraflı asimetrik. Bizim AB’ye ihtiyacımız olduğu kadar onların da Türkiye’ye ihtiyacı var. Ticari ilişkilerin, yatırımların düzeyi de var olan karşılıklı bağımlılığın tescili mahiyetinde. Üstelik Türkiye AB’nin istikrarı için önemli olan üç kozu da elinde bulunduruyor.
Onların da çok iyi bildiği gibi AB’ye göç ya da iltica etmek isteyenlere Türkiye’nin kapılarını açması AB projesinin sonu anlamına gelebilir. Göç mantıklı Brexit deneyimi AB’nin sadece bütünleşmeyeceğini dağılabileceğini de gösterdi. Bir yandan ayrılığın da en az bütünleşme kadar zor olduğunu, diğer yandan da mümkün olduğunu ispatladı. Asıl kriz muhtemelen Pandemi bitince ve Merkel gidince hissedilecek.
Türkiye’nin ikinci büyük kozu ise Avrupa’da yaşan Türkiye kökenliler. Bütünleşik bir bloktan söz etmesek de AB-Türkiye ilişkilerini dikkate aldıkları, Türkiye karşıtı politika ve siyasi tavır alışlardan etkilendikleri, beğensek de beğenmesek de Türkiye’nin de onları etkilediği bir gerçek. Unutmayalım ki, Avrupa’daki Türkler insani bir konu olduğu kadar Almanya, Fransa, Hollanda başta olmak üzere pek çok üye ülke için siyasi bir veri de.
Türkiye’nin elindeki üçüncü imkansa askeri gücü. Yaşadığı tüm çalkantılara, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne ve Montrö Sözleşmesi’ne ilişkin varsayımlara dayalı tatsız gelişmelere rağmen Türkiye güçlü bir ülke. Bu gücünü Ege’de, Doğu Akdeniz’de, Suriye ve Libya’da ve son olarak da Dağlık Karabağ’da gösterdi. Oyun kurdu, oyun bozdu. İsterse AB için sürekli sorun yaratan, çıkar ve beklentilerine meydan okuyan bir ülke olabilir.
Kaldı ki, Türkiye’nin Rusya ile geliştirdiği, engebeli ama çok özel ilişkilerini de stratejik vizyonu olan bir Avrupa Birliği’nin dikkate almaması imkânsız. AB’den dışlanacak, üyelikle değilse bile pozitif gündemle tatmin edilmeyecek bir Türkiye Rusya eksenine kayabilir. S-400 ile başlayan stratejik yakınlaşma ABD’nin de katkısıyla derinleşebilir. Ya da AB-Türkiye, ABD-Türkiye yakınlaşması bambaşka sonuçlar doğurabilir.
Umarız dünkü ziyaret denildiği gibi yapıcı ve verimli geçmiştir. En azından gümrük birliğinin güncellenmesi ve bizim açımızdan vize serbestisi, onlar açısından iltica konularında ima edilenin ötesinde bir gelişme kaydedilmiştir. Bana öyle geliyor ki kadın haklarından insan haklarına, demokrasiden hukukun üstünlüğüne pek çok alanda ilerlememiz, normalleşmemiz en çok AB’nin pozitif gündemiyle, daha doğrusu pozitif enerjisiyle olacak...