İdeali ve gerçeğiyle Avrupa…
Avrupa, çöken imparatorluk Türkiyesi için de Cumhuriyet Türkiye’si için de hem ulaşılması gereken bir ideal hem de oldum olası tehditti. Onlar ilerlemiş biz geri kalmıştık. Savaşlarda yenilmiş ve toprak kaybetmiştik. Onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundaydık. Nitekim biraz reform, biraz kopyayla ve biraz da onların baskısıyla benzemeye başladık.
Askeri, idari, hukuki sistemimizi, siyasete ve dünyaya bakışımızı Avrupa’nın değerleriye uyuşturduk. Zafer Toprak’ın Atatürk kitabında vurguladığı gibi Montesquieu ile Rousseau arasında seçim bile yaptık. Edebiyatını tercüme ettik, yaşam tarzını ve müziğini benimsedik. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da kurumları içinde yer aldık.
Avrupa Konseyi’nin, AGİT’in ve daha pek çok Avrupa kurumunun üyesi olduk. Güvenliğimizi Sovyet tehdidiyle birlikte 1952’de Avrupa’nın güvenliğiyle senkronize ettik. 1959’da da Avrupalılığımızı tescil edecek AB’nin öncülü Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurumuzu yaptık.1963’de ortaklığımız tescillendi ancak günümüze değin üyeliğimiz gerçekleşmedi.
Bizim de hatalarımız oldu ama asıl sorun onlardan kaynaklandı. Üyeliğe en yakınlaştığımız, insan hakları ve demokrasi sorunlarımızı aştığımız, ekonomimizi düzene soktuğumuz, üyeliğin siyasi ön koşulu olan Kıbrıs meselesinin çözümüne elimizden gelen her desteği verdiğimiz anda kültürümüzü beğenmediklerini söylediler.
Kimileri Kıbrıs’ın ardına saklandı, kimileri de açıkça aidiyet, kimlik meselesinin altını çizdi. Müslüman Türkiye Hristiyan Avrupa’ya üye olamaz dedi. İngiltere AB’den ayrılırken bizim üyelik perspektifini en yetkili ağızlarından gerekçe olarak olarak gösterdi. Türkiye de günün birinde üye olursa ne yaparız dedi.
Bu durum günümüzde de değişmedi, hatta daha kötüleşti. Biz de süreci yanlış yönettik, zaman içinde demokrasimizi lekeli hale getirip, insan hakları sicilimizi mahvettik, hukukun üstünlüğünü kavram ve pratik olarak öldürdük. Ancak Avrupa da daha çok sağa kaydı, daha medeniyetçi ve yerelci oldu.
Hans Kundnani’nin Foreign Affairs’deki yazısında belirttiği gibi aşırı sağın fikirleri ana akım partiler ve yapılar tarafından benimsendi. Avrupa Komisyonu Başkanı Von der Layen daha 2019’da Avrupa Hayatının Desteklenmesi adı altında 160 milyon Euro bütçesi olan bir yeni Komiserlik müessesesi icat etti.
AB çoğulculuğunu öldürmeyi hedefleyen bu projenin bütçesi geçtiğimiz yıl itibarıyla 830 milyona ulaştı. Bu arada Akdeniz’i geçip Avrupa’ya ulaşmaya çalışan en az 30 bin çaresiz insan da boğularak öldü. Onlara yardım etmeye çalışanlarsa yaptırımlara tabi tutuldu. Denizden insan kurtarmaya insan kaçakçılığı dendi.
Avrupa giderek daha fazla içine kapandı, kendini kültürel hale gelen, ifadesini geleneklerinde bulan dini referanslarda daha fazla aramaya başladı. Yakında AB’nin itici gücü Fransa ve Almanya’da iktidarların değişmesi, sağın ve solun yerini aşırı sağa, daha da fazla göçmen, daha doğrusu Müslüman karşıtlığına bırakması bekleniyor.
Türkiye’nin gelecek 10 yıl içinde AB üyesi olması derseniz imkansıza yakın duruyor. Avrupa’nın da bildiğimiz Avrupa olup olamayacağı, öncelikle milliyetçi, sonra da medeniyetçi akımların günün birinde birbirine düşüp düşmeyeceği bilinmiyor. Ayrıca Amerika’nın nükleer caydırıcılığının ikame edilmesi gereği ortaya çıkarsa ne olacağı da meçhul.
Alman milliyetçilerin Fransız milliyetçilerinin nükleer iyi niyetine teslim olup olmayacakları tartışmalı. Kimileri Almanya da nükleer silah ister diyor, kimileri de NATO’nun Avrupalılaşmasını hayal ediyor. Ortada bizi ve İngilizleri güvenlik mimarisine dahil edecek başka projeler de var. Ama hiç biri derde deva olacak gibi durmuyor.
Ben de dahil Türkiye’de hala büyük bir çoğunluksa AB üyeliğinin faziletlerine inanıyor, Avrupa’yı 100 yıl, 200 yıl öcesindeki gibi ilerleme, modernleşme anlamında medeniyet idealinin ayrılmaz parçası olarak görüyor. Hukuksuzluktan ekonomik istikrasızlığa pek çok sorunumuz da bizi Avrupa idealine bariz bir şekilde mecbur bırakıyor.
Evet, Avrupa’dan öğrenecek hala çok şey var. Diplomasiden ekonomiye ilişkilerimizin sağlam olmasında da yarar sonsuz. Avrupa’daki özellikle güvenlik alanındaki hiç bir yeni yapılanmanın dışında kalmamak da önceliğimiz olmalı. AB’nin içinde yer alamıyorsak marjında yer almalı, ondan kopmamaya, kopuyormuş gibi görünmemeye özen göstermeliyiz.
Ama galiba artık Avrupa’yı idealize etmekten, Platonik aşkla sevmekten vazgeçmeliyiz. Onlar gibi yaşamak ve yönetilmek istemek en doğal hakkımız. Oralara göç etmek, Avrupa’da hayat kurmak da pek çok açıdan anlayışla karşılanabilecek bir durum. Yeter ki gerçekçi olalım, zaman içinde toplumsal belleğimize kazınmış Avrupa imajını değil var olanı görelim.
Kendimize Avrasyacılık ya da Türk dünyacılık benzeri alternatifler de aramayalım. Egemen devletler dünyasında her türlü ilişkiye ve işbirliğine açık bir şekilde ayakta kalmaya, refah ve güvenliğimizi arttırmaya çalışalım. Maceralara atılmadan Ortadoğu’ya da açılalım, Latin Amerika’ya da, Afrika’ya da.
Dünya değişirken, dengeler ciddi şekilde yerinden oynarken, nükleer savaş olasılığı her geçen gün artarken kendimize alternatif dayanak noktaları arayalım. Ne AB’den vazgeçelim ne de Amerika ile ilişkilerimizi kopartalım. Ama Rusya’dan veya Çin’den de korkmayalım, BRICS tüylerimizi diken diken etmesin. Duygusal nedenler stratejik aklımızı dumura uğratmasın…